Protestan Kiliseler Derneği Basın Bildirisi / Press Release from the Association of Protestant Churches

09/05/2013 Yorumlar kapalı

09.05.2013, Protestan Kiliseler Derneği

Summary in English below.

Basın ve Kamuoyuna

2013/5 nolu Basın Bildirisi

Son haftalarda Türkiye’de Hıristiyan vatandaşları ve cemaatlerini yakından ilgilendiren bazı olumsuz gelişmeler olmuştur.

Tek tek ele alındığında önem dereceleri farklılık gösterebilen bu irili ufaklı saldırı ve olayları bir bütün olarak görerek ve bunun sonucunda yakın hem de çok yakın tarihi hatırlayarak bir tehlikenin varlığını hissettirdiğini görebiliriz.

Yaşadığımız barış sürecinin yarattığı umut rüzgârının her alana, her halka, her dinden insana ve farklı seçim sahiplerine olumlu etkisini hissettirmesi beklenir. Ancak kitlelere korku salmak amacıyla gerçekleştirilen bu tip saldırılar Hıristiyan bireylere umutsuzluk, hiçbir şeyin değişmediği duygusu ve haklarına sahip olamayacakları fikrini aşılamakta etkilidir.

Geçmişte ve bugün bu tarz olayların resmi ağızlar tarafından “münferit”, “bağlayıcı olmadığı”, “çoluk çocuk” işi ve ya “adi bir olay” gibi nitelenerek hafife alındığı ve üzerinin örtülmeye çalışıldığı ortadadır.

Çoğu zaman Hıristiyanların iyi niyet belirtisi olarak faillerden şikâyetçi olmaması, durumun vahametini değiştirmez. Hıristiyan inancının en önemli değerlerinden “iman, umut, sevgi”(İncil, 1.Korintiler 13:13) ve esenlik (“Çünkü Tanrı karışıklık değil, esenlik Tanrısı’dır.” İncil, 1.Korintliler 14:33) kavramları bu ülkenin Hıristiyan çocuklarını yarınlara umutla bakmaya ve“..komşusunu kendisi gibi sevmeye..” (İncil, Matta 22:39) sevk etmiştir, böyle de devam edecektir. Ülkemizin esenliği, huzuru ve barışı için, aynı zamanda bu tür olayların failleri için dua etmekten de geri durmayacağız.

Yine de tüm bunlar vatandaşlık bağıyla bağlı olduğumuz devletin tüm kurumları tarafından korunma ve gözetilme hakkımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmemektedir. Son yıllarda düzenli olarak yayınlanan Hak İhlalleri İzleme Raporumuzda, özellikle Protestan cemaatlerinin yasalar, ferdî karar ve uygulamalar neticesinde karşı karşıya kaldığı bazı zorlukların gündeme getirilmesi, bazı iyileştirmelerin beklenmesinden ötürüdür. Ancak yaşanan olaylar gittikçe büyüyen kaygılarımızı ve can güvenliği konusunda dahi bazı tehlikelerin mevcut olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Bu nedenle tüm ilgili kurumları ve kamu görevlilerini daha duyarlı bir sorumluluğa davet ediyor, söz konusu saldırıların faillerinin de bir an önce bulunmasını temenni ediyoruz.

Protestan Kiliseler Derneği

Bildiriye ulaşmak için tıklayınız.

Summary

On May 9, 2013 the Association of Protestant Churches (PKD) in Turkey has published a press release expressing concern over the recent  attacks against Christians in Turkey. The Statement notes that while these attacks vary in significance individually, when taken together they create a sense of danger in the Protestant community, particularly when viewed in light of historical events.

The PKD calls on the public authorities to take the necessary measures to find the perpetrators without delay.

_________________________________________________________________________________________

 

Reklam

Ayin Sırasında Silahlı Saldırı / Attack to the Church of the Armenian Patriarchate in Turkey

05/05/2013 Yorumlar kapalı

05.05.2013, Son Dakika

Summary in English below.

İstanbul Kumkapı’da bulunan Ermeni Patriklik Kilisesi’ne bu sabah saat 12:30 sularında silahlı saldırı düzenlendi.

Konuyla ilgili Radikal’e bilgi veren olayın görgü tanıklarından Garo Paylan, kilisedeki Pazar ayininin bittiği sıralarda kilise önüne gelen kimliği belirsiz bir kişinin havaya 7 el ateş ettiğini ve saldırganın daha sonra olay yerinden yaya olarak uzaklaştığını aktardı.

Kilise cemaatinde korku ve paniğe neden olan olayda ilk belirlemelere göre ölen ya da yaralanan olmadı.

Olay yerine aralarında terörle mücadele şubesinin de olduğu çok sayıda polis sevk edildi. Çevredeki mobese kameralarını inceleyen ve görgü tanıklarının ifadelerini alan polis saldırganın eşkalini belirlemeye çalışıyor.

Yapılan ilk incelemede, olay yerinde bulunan 7 boş kovanın kurusıkı bir silaha ait olduğu belirlendi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

This morning around 12:30, an unidentified person came to the front of the Church of the Armenian Patriarchate, in Istanbul, shot seven times in the air and walked away. No one was killed or injured, the congregation which was holding a mass in the building panicked and intimated. Numerous police officers sent to the church are trying to identify the person.

_________________________________________________________________________________________

 

Anayasa Teklifleri Nasıl Bir Din-Devlet İlişkisi Görüşü Yansıtıyor? – 2

03/05/2013 Yorumlar kapalı

02.05.2013 http://www.anayasaizleme.org

Siyasal partilerin önerileri dikkate alındığında, yeni anayasada da devletin dinle ilgili alanda birçok açıdan tek hizmet sağlayıcı olarak sahip olduğu rolünü sürdüreceği görülmektedir. Diğer taraftan, iktidar partisi devletin dinle ilgili olarak üstlendiği hizmet sağlayıcı rolünü yerine getirirken çoğulculuk ve tarafsızlık ilkesini gözetme yükümlülüğü altına girmekten uzak duruyor. Devletin din alanında aktif rolünün devam etmesi ile çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerini açıkça ifade etmekten kaçınması birlikte ele alındığında yeni anayasada laiklik ilkesine yer verilecek olsa da, bu ilke, “devletin din işlerine karışmaması” anlamına gelmeyecek gibi görünüyor. Kuşkusuz bunun en önemli göstergeleri, bir tarafta, Diyanet İşleri Başkanlığı ve, mevcut haliyle, zorunlu Din Kültürü Ahlak Bilgisi (DKAB) dersleri yerlerini korurken diğer tarafta, tarafsızlık, tüm dinlere eşit mesafe ve/veya dinsel çoğulculuk gibi ilkelere yer verilmemesidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) için parti önerileri şöyledir:

AK Parti ve MHP:

            Kamu tüzelkişiliğine sahip Diyanet İşleri Başkanlığı, (AK Parti ve MHP), laiklik (MHP)  siyasi tarafsızlık ilkesi doğrultusunda, kanunda (AK Parti ve MHP)  gösterilen görevleri yerine getirir.

CHP:

            Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare teşkilatı içinde yer alır. Din ve inanç özgürlüğünün Anayasada belirtilen esasları çerçevesinde ve (CHP ve MHP) laiklik ilkesi doğrultusunda, toplumdaki din ve mezhep çeşitliliğini gözetmek koşuluyla kanunda sayılı görevleri yerine getirir.

BDP ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin herhangi bir teklifte bulunmayarak DİB’in kaldırılması görüşünü dile getirmiştir. Bu duruşun arkasındaki gerekçe DİB’in “ne laiklikte ne de İslam’da yerinin olmaması” düşüncesi olabilir.[1]

Öyle görünüyor ki, BDP dışındaki siyasal partiler için devlet idaresinde DİB’e yer verilmesi sürdürülmek istenen bir durumdur. Buna göre devletin dinle ilişkisinde, öğretiyi belirleyen, sağlayıcı, yönlendirici ve fonlayıcı bir rol üstlenmesi sürdürülmek istenen bir rol. Böylece, devletin, DİB’in, başka birçok alanın yanı sıra, doktrin, eğitim ve cami ve mescid gibi ibadet yerlerinin idaresi ve buralarda görev yapacak görevliler konusunda aktif rolü devam edecek. Burada bir değişim gözlenmiyor.

AK Parti’nin teklifinde, DİB’le ilgili olarak mevcut anayasadaki “laiklik ilkesi doğrultusunda çalışır” ifadesini kaldırıp, bunun yerine, siyasal tarafsızlık ilkesine yer vermesinin ne anlama geldiğini anlamak zor. Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesine aykırı davranabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti laik ise, kendi idari yapısı içinde laik olmayan bir kuruma yer verebilir mi? “Laiklik doğrultusunda hizmet verir” ifadesine yer verilmemesini, toplumun bir kesiminden, dini bir kurum olan DİB’in laiklik ilkesi çerçevesinde faaliyet göstermek durumunda bırakılmasına yöneltilen itirazlar açıklayabilir. Yeni Anayasa’da bu haliyle yer alırsa, yeni düzenlemenin sonuçlarını görmek ilginç olacak. (Öte yandan, bu yazıda esas olarak ele alınan konu DİB olmasa da, DİB’in özerk bir yapı içinde ilahiyat açısından daha özgür olacağını ve olması gerektiğini de eklemek gerekir. Tabii böyle bir senaryo içinde bu hizmet kamu hizmeti olmamalı ve kamudan toplanan vergilerle finanse edilmemelidir.)

Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersleri

Bu konuda Ak Parti ve MHP önerisi şöyle:

            Din kültürü ve ahlak öğretimi, ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan           zorunlu dersler arasında yer alır. Din eğitimi ve öğretimi kişilerin kendisinin, küçüklerin ise kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır.

CHP din ve din kültürü eğitim ve öğretiminin devletin gözetimi ve denetimi altında yapılmasını önermektedir. Ancak CHP bu konunun eğitim ve öğrenim özgürlüğü ve hakkının düzenlendiği maddede seçmeli din kültürü ve ahlak bilgisi dersi esas olmak üzere yer alması gerektiği görüşündedir.

BDP ise bu konunun Anayasa’da düzenlenmemesi taraftarıdır.

CHP’nin DKAB derslerinin seçmeli olmasını savunmakla bu konuda doğru bir yerde durduğunu söylemek gerekir. Bu öneri, devletin dinle ilgili meselelerde tarafsızlık ilkesini gözetmesine yönelik bir adım olarak değerlendirilebilir.

Düşünce, din veya inanç özgürlüğü ve ebeveyinlerin çocuklarını kendi felsefi ve dini görüşleri doğrultusunda yetiştirme hakkı ve çocuğun düşünce ve inanç özgürlüğü açısından, DKAB derslerinde-mevcut haliyle-, AİHM kararına karşın,[2] ısrar edilmesi Anayasa’daki din ve inanç özgürlüğü hükmünü neredeyse anlamsızlaştırmaktadır. Çünkü birinci paragraftaki din veya inanca sahip olma hakkını hiçe saymaktadır. Burada “mevcut haliyle” ifadesinin altını çizmek gerekir çünkü objektif ve tarafsız bir şekilde sunulacak “dinler hakkında” bir dersin veya “din kültürü” dersinin zorunlu olması insan hakları normlarına aykırılık teşkil etmez.

DKAB derslerinin mevcut biçimiyle zorunlu olarak devam ettirilmesi devletin dinle ilişkisinde, dini (derslerde yer verildiği biçimiyle İslam’ı) tüm çocuk ve gençlere öğretme ve benimsetme rolünü üstlenmeye devam edeceğini gösteriyor. Ancak DKAB dersinin içeriğinin objektif, dinsel çoğulculuğa saygılı ve dinler hakkında bir derse dönüştürülmesi, DKAB derslerinin zorunlu olmasını haklı gösterebilir. Şayet, bu ders zorunlu kalacak ise, içeriğinin ivedilikle değiştirilmesi ve hoşgörü ve insan hakları eğitimine katkı sağlayacak bir içerik ve yaklaşıma kavuşturulması şarttır.

Tarafsızlık

CHP ve BDP’nin tarafsızlıkla ilgili ortak önerisi şöyle:

Devlet, işlem ve eylemlerinde bütün din ve inançlara karşı tarafsızdır; din, inanç ve kanaatlerin çeşitliliğine dayalı toplumsal çoğulculuğa saygı gösterir. 

Bu hükmün AK Parti ve MHP tarafından kabul edilmemiş olması önemli bir mesaj veriyor: Devletin tarafsızlık ve çoğulculuk ilkelerine saygı gösterme yükümlülüğünün açıkça ifade edilmesine itiraz ediyorlar.  Tarafsızlık ve çoğulculuk hem bireylerin ve toplulukların din veya inanç özgürlüğü hakkını hem de devletin dinle ilgili hizmet sağlayıcılığını yakından ilgilendiriyor. Birincisinin uluslararası insan hakları standartları düzeyinde korunması için önemli bir şart. İkincisinin ise, -mevcut- tek yanlı biçiminin değişmesini gerektiriyor. Sonuç olarak, devletin işlem ve eylemlerinde tüm din veya inançlara karşı tarafsız olması ve çoğulculuğa saygı göstermesinin yeni anayasaya girmemesi önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Yeni din – devlet ilişkisi paradigmasının devletin dinle ilgili aktif rolü açısından, tarafsızlığı dışlayan, devletin kendi isteği doğrultusunda gerektiğinde tek yanlı davranmasına olanak verecek bir şekilde kurgulanmasının işaretleri şeklinde yorumlanabilir.

Buna ek olarak BDP’nin tarih içinde oluşan eşitsizlikleri gidermeye yönelik olduğu anlaşılan önerisi dikkat çekici:

Dini hizmetlerin sağlanması için kamu kaynaklarının kullanımında devlet adil bir dağılımı sağlamakla yükümlüdür ve elverişsiz konuda olan farklı inanç grupları lehine pozitif ayrımcılık hükümleri uygulanır.

Bu hükmün yeni anayasa girmesi gerçek bir zihniyet değişikliğine işaret ederdi fakat maalesef diğer siyasi partilerin desteğini alamamış görünüyor.

Devlet, kamu politikalarının oluşturulması ve uygulamasında çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerine uyarak hareket etmekte zorlanıyor. Bu ilkelere mesafeli oluşu, din veya inanç özgürlüğünün kapsamına – ibadet, öğretim, uygulama ve törenlerle açıklama hakkı gibi-  ilişkin yasalar ve uygulamada da sorun yaşanma olasılığına işaret ediyor. Çünkü din veya inancın açıklandığı alanlar, örneğin ibadet yeri kurulması veya din görevlisi yetiştirmek için okul açılması gibi, devletin düzenleyici ve karar alıcı olacağı alanlardır. Devlet çoğulculuğa saygılı ve ilahiyat açısından tarafsız olmaz ise, ancak devletin meşru saydığı ve kabul edebildiği ölçüde, belirli gruplar için veya belirli biçimlerde özgürlük sağlanabilir. Bunun en çarpıcı örneği kuşkusuz, tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayacak şekilde cem evlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmemesidir. Çoğulculuğun dikkate alınmadığını ise, dini uygulamaların yerine getirilmesinde çoğunluğun talebi olarak algılanan uygulama biçimlerine yönelik kolaylaştırmalar yapılırken- alışveriş merkezlerinde veya okullarda mescid açılması veya okullarda seçmeli din eğitiminin sadece belirli bir grup için sunulması gibi- azınlıkta kalan gruplar için herhangi bir düzenleme yapılmamasını gözlemlemek mümkün.

Devletin tarafsızlık ve çoğulculuk ilkelerine saygısı ve tam düşünce, din veya inanç özgürlüğü, birlikte anlam kazanıyor.

Yazıya ulaşmak için tıklayınız.

_________________________________________________________________________________________

Anayasa Teklifleri Nasıl Bir Din-Devlet İlişkisi Görüşü Yansıtıyor? – 1

03/05/2013 Yorumlar kapalı

30.04.2013 http://www.anayasaizleme.org

Yeni Anayasa düşünce, din veya inanç özgürlüğü başta olmak üzere, zorunlu Din Kültürü Ahlak Bilgisi (DKAB) dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve laiklik, çoğulculuk ve tarafsızlık ilkeleri gibi konularda değişiklik yapma olanağını önümüze koyuyor. Bu konulara ilişkin düzenlemeler aynı zamanda Türkiye’de din ve devlet ilişkisinin yeni paradigmasının işaretlerini de ortaya koymuş olacak.

Söz konusu meseleler Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda ele alınmadan önce veya ele alındığı sırada, gerek din devlet ilişkisinin doğası konusunda, gerekse düşünce, din veya inanç özgürlüğünün bir değer olarak ne ölçüde önemsendiği konularında toplumda ilkesel düzeyde tartışmalar yapılmadı. Dolayısıyla belirli bir ilkesel temel oluşturularak sonrasında maddeler tartışılmadı. Böyle bir tartışma kuşkusuz çok yararlı ve bilgilendirici olurdu. Örneğin, din işleri söz konusu olduğunda devletin rolü ne olmalı? Sadece birkaç tanesini sayacak olursak; devlet din işlerine hiç mi karışmamalı, bu alanı tamamıyla inanç gruplarına mı bırakmalı,  yoksa aktif olarak din hizmetleri vererek din alanında dini öğretiyi ve yorumu belirleyen bir role mi sahip olmalı, yine, din alanını sıkı bir şekilde denetleyen ve düzenleyen bir rolü mü olmalı, yoksa bu alanın tarafsız kolaylaştırıcısı ve sınırlı bir düzeyde düzenleyici bir role mi sahip olmalı? Devletin dinle ilgili eylem ve işlemlerinde tarafsız olması bizim için ne anlam ifade edecek; dinin dışavurumlarını dışlayan devlet mi, yoksa tarafsızlığı, din veya inancın açıklanmasına çoğulculuğa saygı göstererek ve kendisi hiçbir inancı özel olarak desteklemeden açık olan bir devlet mi? Peki, düşünce, din veya inanç özgürlüğü söz konusu olduğunda, burada neyi korumaktan bahsediyoruz? Sadece ibadet özgürlüğünü mü; yoksa uluslararası hukukta kabul edilmiş biçimiyle ibadet, uygulama, öğretim ve törenler yoluyla her türlü dışavurum biçimini mi? İnanca sahip olma, değiştirme, dini giysiler giyme gibi bireysel boyutunu gördüğümüz kadar, tüzel kişilik kazanma, öğretim kurumları açma gibi kollektif boyutunu da önemsiyor muyuz? Bütün bunları tartışarak geniş bir ortak zeminde buluşulsaydı ve sonrasında din ve inanç özgürlüğüne, Diyanet, laiklik ve/veya çoğulculuk ve tarafsızlık gibi belirgin konuların üzerinde çalışılsaydı çok daha farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Bu tabii ki, anayasanın ilgili maddelerinin daha iyi veya özgürlükçü olmasının bir garantisi değil, örneğin sonuç olarak din veya inanç özgürlüğünün korunması için elverişli olmayan bir din-devlet ilişkisi üzerinde mutabakat da sağlanabilirdi.

Devlet kamu politikalarının oluşturulması ve uygulamasında çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerine uyarak hareket etmekte zorlanıyor. Örneğin, ibadet yerlerine ilişkin üç semavi dinle sınırlı, gelenekçi ve tarafsızlıkla bağdaşmayan bir politika izlediğini söyleyebiliriz. Resmi olarak sadece cami, kilise ve havralar ibadet yeri olarak tanınıyor. Çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerine mesafeli oluşu, din veya inanç özgürlüğünün kapsamına – ibadet, öğretim, uygulama ve törenlerle açıklama hakkı gibi-  ilişkin yasalar ve uygulamada da sorun yaşanması olasılığına işaret ediyor.

İki bölümden oluşan bu yazıda amaç konuya sonuçları/teklifleri ele alarak yaklaşmak ve bunların nasıl bir din-devlet ilişkisini üstü kapalı bir şekilde ifade ettiğini ve bu tekliflerdeki din veya inanç özgürlüğünün nasıl bir anlayışı yansıttığını ortaya çıkarmaya çalışmak. Birinci bölümde düşünce, din veya inanç özgürlüğü maddesine ilişkin teklifleri, ikinci bölümde ise Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ve “çoğulculuk”, “eşit mesafe”, “tarafsızlık” ve “laiklik” gibi devletin din işlerine yaklaşımını tanımlamaya yönelik ilke teklifleri ele alınacak.

Aslında düşünce, din veya inanç özgürlüğüne ilişkin madde üzerinde anlaşmak çok kolay olmalıydı. Bunun nedeni Türkiye’nin hali hazırda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde (BM MSHS) yer alan ilgili hükümleri kabul etmiş ve hukuki yükümlülük altına girmiş olması.[1] Böylece zaten devlet olarak kabul etmiş olduğu bir standardı yeni Anayasa’ya doğrudan aktarmak akılcı olurdu. Öte yandan, üzerinde anlaşılan metin söz konusu sözleşmelerdekine oldukça yaklaşsa da, -mevcut haliyle- zorunlu DKAB dersi ve DİB gibi çelişkili düzenlemelerle devletin din işlerine karışması pratiğinin sürdürülmesi, ilkesel olarak bazı problemlere işaret etmektedir. Buna iktidar partisinin çoğulculuk ve eşit mesafe gibi ilkelere itirazı eklenince Türkiye’de inanç özgürlüğü konusunda tedirgin bir umut taşımaktan öteye gitmek zorlaşıyor.

Öncelikle üzerinde tam mutabakat sağlanan birinci paragraf şöyle:

Madde 15- (1) Herkes din, vicdan ve inanç hürriyetine (özgürlüğüne) sahiptir. Bu hürriyet, inanma, inanmama ve inancını değiştirme hürriyetini de içerir.

Din, vicdan ve inanç özgürlüğü güvence altına alınıyor ve inanmama ve inancını değiştirme hakkı da açık seçik bir şekilde ifade ediliyor. Aslında tabii ki, inanma özgürlüğünün anlamlı olması için kişinin inanmama veya inancını değiştirme özgürlüğüne de sahip olması gerekir. Aksi takdirde inanmak bir özgürlükten kaynaklanamazdı, tek seçenek inanmak olurdu. Yine de, birçok Orta Doğu ülkesinde inanmama veya inancını değiştirme hakkı maalesef tanınmıyor. Türkiye’de tüm partilerin inanç özgürlüğü üzerinde, inanmama ve inanç değiştirme de dahil olacak şekilde anlaşmış olmaları özgürlükler konusunda Orta Doğu ve Türkiye arasında önemli bir farka işaret ediyor.

Diğer taraftan, bu paragrafta “düşünce”ye referans yapılmaması din veya inanç özgürlüğü hakkının kapsamı içinde felsefi ve inançlar içindeki muhalif görüşlerin nasıl bir yeri olacağı sorusunu akla getiriyor. Uluslararası sözleşmeler din veya inancın yanı sıra düşünce özgürlüğünü de bu madde içinde koruyor. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse İnsan Hakları Komitesi; düşünce, din veya inanç özgürlüğünün geleneksel dinlerin yanı sıra ateistleri, agnostikleri ve deist veya deist olmayan inançları da koruduğunun altını çizer.[2] Türkiye’de geleneksel dinlerin dışında farklı ve/veya yeni inanç ve felsefi düşüncelerin dikkate alınmadığı veya bunların bu madde kapsamında görülmediğini, daha geleneksel bir bakış açısının yansıtıldığını düşünebiliriz. Gündelik siyasi pratik de bizi bu şekilde düşünmeye yöneltecek pek çok örnek veya söyleme yer veriyor.

İkinci paragrafa dair görüşler ise şöyle:

(2) Bu hak,  (CHP önerisi: kamu düzeni, genel sağlık veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarına aykırı olmamak koşuluyla) tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı olarak ibadet, (AK Parti-BDP önerisi: eğitim), öğretim (CHP bu ifadeye karşı çıkmaktadır), (CHP önerisi: dini ayin), uygulama ve tören (AK Parti-BDP önerisi: örgütlenme) yapmak sureti ile dinini ve inancını yaşama, açıklama ve yayma hürriyetini de kapsar.

Bu hakkın dinini ve inancını yaşama, açıklama ve yayma özgürlüğünü koruduğu konusunda hemfikir olan partiler bunun hangi biçimlerde yapılabileceği konusunda ayrışıyor. Öncelikle, ibadet, uygulama ve tören ve öğretim konusunda fikir birliği var, ki bu son derece önemli. Çünkü AİHS Madde 9 ve BM MSHS Madde 18 tam olarak bu ifade biçimlerini koruyor:

AİHS Madde 9

(1)…Bu hak, …  ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.

Mevcut 1982 Anayasası’nın temelde ibadet özgürlüğünü koruduğunu, uygulama ve törenlere referans yapmadığını ve din öğretimini bir hak olarak tanımayıp, bunun yerine, düzenlediğini göz önünde bulundurursak, insan hakları standartlarına yaklaşmakta büyük bir adım atılmış oluyor.

Eğitim ve öğretim konusunda bir ayrışma olduğu görülüyor, AKP ve BDP öğretime ek olarak eğitimi de ekliyor. MHP ise zaten eğitimin öğretim ve uygulama içinde korunduğunu söylüyor ve “çocuklarına öğretme hürriyetlerini” kapsar diye ekliyor. Öte yandan CHP ilginç bir ayrım yapıyor “öğretimin eğitimi kapsamadığını; öğretimin aile tarafından çocuğa dini öğretmeyi içerdiğini ve kamu kurumlarında eğitimi kapsamaması gerektiğini” söylüyor. Bu noktada “öğretim” ve “eğitim” gibi kavramların içeriğinin açıklığı kavuşturulması ihtiyacı doğuyor. Aksi takdirde, bu daha sonra yargı tarafından tanımlanacaktır.

BDP ve AKP “örgütlenme” yoluyla da din veya inancın açıklanmasının da bir hak olarak Anayasa’ya girmesini savunuyor. Aslında uluslararası sözleşmelerde din ve inanç özgürlüğü bağlamında açıkça yer almayan örgütlenme hakkı, AİHM’nin dini gruplara ilişkin birçok kararı aracılığıyla içtihatta tanınmıştır. Örgütlenme bir nevi mümkün hale getirici bir haktır. Yani, başka hakların kullanımını mümkün hale getiriyor. Örneğin, bir ibadet yeri veya dini okul kurmak isteyen bir inanç grubunun çoğu zaman bunları yapabilmesi için önce bir tüzel kişilik kazanması şart oluyor. Dolayısıyla, dini grup olarak yeterli bir tüzel kişiliği kazanabilmek ya da kazanamamak, hakları kullanmanın yolu açabiliyor ya da tamamen kapatabiliyor. Şayet, örgütleme ifadesi Anayasa’ya girerse yasa düzenlemesi gerekecek çünkü mevcut yasalara göre inanç grupları ancak dernek veya vakıf kurabiliyor ve vakıf kurma konusunda ciddi kısıtlama ve ayrımcılık söz konusu. Diğer taraftan gerek dernek gerekse vakıf için yoğun bir devlet gözetimi var, her ikisini de yürütmek kolay değil ve devlet müdahalesine olanak veriyorlar. Örgütlenmeden kasıt dini kurum tüzel kişiliği yaratmaksa, bunun için yeni bir yasa mutlaka gerekecek.

Sınırlama

Anlaşıldığı kadarıyla AK Parti din veya inanç özgürlüğü maddesi için herhangi bir sınırlama öngörmüyor. Diğer partilerin önerileri ise şöyle:

(6) (BDP önerisi) İbadet, dini ayin ve törenler, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla sınırlandırılabilir.

(MHP önerisi) İbadet ve dini törenler kamu düzeni, genel ahlak, genel sağlık, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amaçlarıyla sınırlanabilir.

(7) (CHP önerisi) Din, vicdan ve ibadet özgürlüğü, devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla kullanılamaz. Kimse dini veya dini duyguları ya da dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu fıkraya ilişkin yaptırımlar kanunla düzenlenir.

(MHP önerisi) Din, vicdan, inanç ve ibadet hürriyeti, anayasal düzeni dini kurallara dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamaz.

AİHS ise şöyle bir sınırlama hükmü içeriyor:

Din veya inancını açıklama özgürlüğü ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.

Din veya inancın dışavurumu veya açıklanmasının hiçbir şekilde sınırlanmaması öngörülebileceği gibi birçok soruna yol açabilir. Örneğin, belirli bir dinin kurallarına göre hayvan kesimi yapıldığının söylendiği ve bunun kural ve denetim dışı bırakıldığı bir durumun aslında genel sağlığı tehdit eden bir duruma yol açabileceğini düşünürsek, sağlığı koruma amaçlı sınırlamaların gerekli olduğu ölçüde uygulanması makul, hatta gereklidir. Örnekler çoğaltılabilir. “Kamu güvenliği, kamu düzeni ve ahlak gibi” kavramların muğlak olduğu düşünülmemeli. Kuşkusuz bu gibi kavramları Anayasa’da tanımlamak pratik değil ve gerekli de değildir. Bunlar daha sonra içtihatte tanımlanır. Tabii ki, bu kuralların nasıl uygulanacağı önemlidir ve uluslararası hukukta bu konuda yol gösterici ilkeler mevcuttur. Örneğin, BM MSHS Madde 18’te yer alan sınırlama hükmüne ilişkin olarak İnsan Hakları Komitesi, kişilerin belirli bir din veya inancı kabul etmeye zorlanmama özgürlüğünün ve ebeveyinlerin çocuklarının dini ve ahlaki eğitimini güvence altına alma haklarının sınırlanamayacağının altını çizer.[3]  Yine, sınırlamaların titizlikle uygulanmasını ve Madde 18’deki hakları geçersiz kılacak bir şekilde uygulanamayacağını, sınırlamaların ölçülü olması gerektiğini ve ayrımcı bir şekilde uygulanamayacağını söyler.  Son olarak, ahlak konusunda özel bir açıklama vardır; Komite ahlağı koruma amacıyla din veya inancın açıklamasının sınırlandığı zaman tek bir gelenekten kaynaklanan ilkelerin dikkate alınmaması gerektini belirtir çünkü ahlak birçok sosyal, felsefi ve dinsel gelenekten kaynaklanır.[4]

CHP ve MHP’nin sınırlama teklifleri, belirli bir tehdit algısını – dinin kötüye kullanılmasıyla çıkar sağlanması ve devletin dini kurallara dayandırılması gibi- yansıtıyor. Oysa, genel sınırlama hükmü ve Ceza Kanunu’ndaki yasalar zaten bireylerin bu tür girişimlerini önlemeye yönelik düzenlemeler içeriyor. Dolayısıyla gerekli değil.

Sonuç olarak, din veya inanç özgürlüğünün üzerinde anlaşılmış biçimi umut verici ve uluslararası sözleşmelerle uyumlu olmaya yaklaşıyor. Devletin dinle ilişkisinde dini düzenlemekten dinle ilgili hakları tanımaya eskisine göre daha fazla yaklaştığını görüyoruz. Tabii ki, gerekli yasal düzenlemeler ve her şeyden önemlisi insan hakları standartlarıyla uyumlu UYGULAMA asıl belirleyici olan olacaktır. Öte yandan, düşünce özgürlüğünün ve vicdani reddin yeni Anayasa’da yer bulmaması özellikle iktidar partisi ve MHP’nin gelenekçi yanının kısıtlayıcı yansıması olarak kaygı verici. Yazının ikinci bölümünde ele alınacak zorunlu DKAB dersi, DİB ve tarafsızlık ile ilgili düzenlemeler ise devletin din işlerinden elini çekme konusunda bir adım atmadığını gösteriyor. Böylece din-devlet ilişkisinde ilginç bir paradigma ortaya çıkıyor ve önemli soru şu: Özgürlükçü bir “din veya inanç özgürlüğü hükmü” yeni anayasada yer alsa bile çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerini açıkça ifade etmeyen ve din politikalarında kendisine aktif bir rol biçen devlet bu hakkı nasıl koruyacak?

Yazıya ulaşmak için tıklayınız.

 

_______________________________________________________________________________________

İstanbul’da Kiliselere Saldırılar / Attacks on Churches in Istanbul

01/05/2013 Yorumlar kapalı

29.04.2013, Demokrat Haber

Summary in English below.

27 Nisan günü saat 15.00 sularında, hangi gruba mensup oldukları belirlenemeyen 30-40 kişilik bir grubun, Ataşehir Yeni Umut Kilisesi’ne taş ve yumurtalarla saldırdı.

Kilisede yalnız olan Finlandiya vatandaşı bir cemaat üyesi olaydan zarar görmezken, kilisede maddi hasar meydana geldi.

Polisin saldırının hemen ardından olay yerine intikal ettiği ve geniş çaplı olarak olayın soruşturulmasına başladığı bildirildi.

Kilisenin camları kırılırken, tabelası sökülüp götürüldü ve kapı girişinde bulunan dekorlar parçalandı.

Sat7Türk’ün haberine göre, gruptan bazı kişilerin kilisenin iç kapısını tekmeleyip zorladığı ancak içeriye giremediği beyan edildi.

Bu olaydan bir gün sonra ise Çatalca’dan hafta sonu için Burgazada’ya gelen 15-18 yaş arasındaki 10 kişilik gurup saat 16.40 sularında Burgazada Ayois İonis Rum Ordodoks Kilise’sine girerek mumlukta bırakılan paraları almak istedi. Mumlukta bulunan tüm mumları alıp, dolabı kırdılar, sokaklara savurdular ve mumluğu soymak için kapılarını kırdılar.

Haber Hakkı’na göre, Burgazada kilise gönüllüsü ve Adalı Yeorgios Guller, saldırı görüntülerini sosyal medyadan paylaşarak saldırı girişimini duyurdu. Karakolda yaşananları ise şöyle aktardı:

Burgazadalılar tarafından yakalanıp karakola götürülen bu kişiler yaşları küçük olduğundan serbest bırakıldılar… Çocuklar için hiçbir işlem yapamayan Burgazada Karakolu’na Adalılar büyük tepki gösterdi. Çocuk Polis Şubesi olmadığı için bir şey yapamayacaklar arını söyleyen polisler şikayetçi olunmaması konusunda da uğraştı.

Çoğu öğrenci olan saldırganlar Çatalca’dan Burgazada’ya Akbil’le geldiklerini paralarının olamadığını söylediler. Ordulu bir öğrenci Kilise yetkilisine ’Ben Müslümanım günah olur diye kiliseye hiç girmedim ben suçsuzum’ diye kendini savundu.

Burgazada’da karakolda bir süre tutulan ve ifade veren çocuklar polis kontrolünde vapura bindirilerek serbest bırakıldı. Bu durumu öğrene Adalılar çocukların cezasız kalmasına tepki gösterdi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Over the weekend there have been attacks on two churches in Istanbul. On April 27 about 30-40 individuals attacked the Ataşehir Yeni Umut Church with stones and sticks. Since the crowd could not get into the building the person who was in the church building was not injured while there has been significant material damage to the premises. The police arrived at the scene after the incident and started an investigation. 

One day after this incident a group of young people went into the Ayois İonis Greek Orthodox Church the Burgaz island and wanted to take the the money donated for the candles.   The vandalized the area where the candles were places. A church volunteer shared the incident through social media and thus stopped further attacks on the building. The young people were held at the police station and then released.

_________________________________________________________________________________________

 

İÖG (Türkiye) Röportaj: Hülya Üçpınar’la Türkiye’de Vicdani Ret Hakkı Üzerine

25/04/2013 Yorumlar kapalı

25.04.2013, Hülya Üçpınar’la Türkiye’de Vicdani Ret Hakkı Üzerine Söyleşi

İÖG (Türkiye) –  Vicdani ret ile ilgili olarak Türkiye’deki genel resmi anlatabilir misiniz? Kaç vicdani retçi var? Kaç kişi vicdani reddini açıklamış? Kaç vicdani retçi tutuklu?

Hülya Üçpınar – Vicdani retçilerin sayısına ilişkin net bir bilgi yok. 2009 yılından yayınlanmış, kadın retçilerle birlikte bir 130 sayısı var ama bu tarihten sonra çok sayıda retçi ve kadın retçi çıktı. Ama ne yazık ki bir data tutulmuyor.

İÖG (Türkiye) –  Türkiye’deki vicdani retçilerin askerliğe karşı çıkışlarının sebeplerini nasıl sınıflandırabiliriz?

Sanırım  şimdiye kadarki pratikler Türkiye’deki retçilerin dört faklı kategori ortaya çıkmış olduğunu ortaya koyuyor.

–       Antimilitarist perspektife sahip olanlar. Vicdani ret kavramını ve eylemini Türkiye’ye tanıtan grup anti militaristler.

Anti militaristler, militarizmin bir kültür olduğu ve bu kültürü besleyen en temel damarın da ordu/askerlik olduğu savından yola çıkıyorlar. Militarizmi sağcı ya da solcu bir kavram olarak değil genel bir kavram olarak tanımlıyorlar ve savaşların “haklı” ya da “haksız” olarak ayrılmasına da karşı çıkıyorlar. Çünkü haklı ya da haksız olarak tanımlanmalarından bağımsız olarak savaşlar ve askerlik gibi savaş politikaları bu kültürün yeniden ve yeniden üretilmesine neden oluyor.

Askerliğin, öldürmeyi öğrenme aktivitesi olduğundan hareketle ordu ve kurumlarıyla hiçbir işbirliği içine girmemeyi ilke olarak benimsemiş durumdalar. İşbirliğinin total olarak reddedilmesi, vicdani ret eylemlerini de “total” olarak tanımlamalarına yol açıyor. Yani sivil hizmeti de ordu hizmeti olarak değerlendiriyorlar ve sivil hizmete da karşı çıkıyorlar.

Erkek vicdani retçilerin yanı sıra ilk kadın vicdani retçiler de bu grup içinde yer alıyor.

–       Belli bir orduya hizmet etmeyi reddedenler.

Bu grupta yer alanlar haklı savaş-haksız savaş ayrımına dayalı bir vicdani ret perspektifine sahipler. Genel bir ordu yapılanması ve militarizm eleştirisi yapmıyorlar. Bu gruptaki retçiler Türk ordusuna hizmet etmeyeceklerini belirtiyorlar. Politik olarak sivil hizmete ilişkin ne düşündüklerini bilmiyorum.

–       Yehova Şahitleri

Yehova şahitleri, Hıristiyan inanışına sahip. İncil’de yer alan, Yeşaya’nın “savaş eğitimi yapmayacaklardır artık” ifadesinden yola çıkarak silahlı askerlik hizmetini reddediyorlar. Ancak sivil hizmete açıklar.

–       Müslüman/milliyetçiler

Müslüman retçiler, Kuran’da cihada katılmanın zorunlu kılınmadığını ve İslam’da müzakerenin esas olduğunu söylüyorlar. Ancak, Müslümanlara karşı yapılan savaşlarda “hak”tan yana tavır alınması gerektiğini de belirtiyorlar ki bu pratikte ne anlama geliyor bilmiyorum doğrusu…

Müslümanlar retçiler arasında kadınlar da var.

İÖG (Türkiye) – Alternatif sivil hizmet imkanı olsa, bu nasıl bir çözüm olabilir-olabilirse?

Hülya Üçpınar – Olması gerekenler çerçevesinde yanıt verebilirim buna. BDP’nin Meclis’e sunduğu tasarıyı biz hazırlamıştık, onu ekliyorum ek olarak gönderiyorum. Uzun uzun yazmayayım.

Ama alternatif bir hizmet olsa ve olması gereken kıstasları karşılamasa bile bir sürü erkeğin, emir komuta zinciri içinde bir “hizmet” yapmaktansa alternatif/kamuda bir hizmet yapmayı seve seve kabul edecektir. Askerlikle ilgili pek çok forum var, forumlara girip baktığında halihazırda asker olanların asıl taleplerinin ne olduğunu görmek mümkün.

İÖG (Türkiye) – Türkiye’de vicdani ret meselesi bir insan hakkı meselesi olarak görülüyor mu? İnsan hakları kuruluşları, medya, toplum, ve siyaset nasıl bakıyorlar?

Hülya Üçpınar – Vicdani ret 20 yıldır Türkiye gündeminde. İlk günlerden bu güne gerçekten çok fazla şey değişti. İlk zamanlarda ve hatta uzun yıllar boyunca sol muhalefetle ve STK’larla haklı savaş/haksız savaş tartışmaları yapıldı. Militarizmin bir kültür olduğu ve bu bakış açılarıyla yeniden üretildiği dillendirildi. Ancak ciddi anlamda ütopik bulunuyordu vicdani ret ve anti militaristlerin sunduğu argümanlar. Bize bir avuç marjinal diye bakılıyordu.

Ama şimdi geldiğimiz aşamada STK’lar ve insan hakları kuruluşları vicdani reddin bir hak olduğu konusunda (sanırım) hemfikir. Aksine bir görüş duymadığım için “sanırım” diyorum. AİHM’in Bayatyan ve ardından Türkiye kararları üzerine söylenebilecek başka bir şey de yok zaten.

Medya derken… Çok geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. AİHM kararları basında çok yer aldı. Biliyorsun retçiler forumlara filan çıktı. Medya retçilere sempati duyuyor, bu açık ama vicdani reddin bir hak olup olmadığı konusunda ne denli kafa yorulduğundan emin değilim. Belki bazı gazeteciler vicdani reddi hak olarak görüyor ama bunu genele yaymak zor.

Toplum konusunda; “hayır, hak olarak görmüyorlar” diyebilirim doğrudan. Ama bu, hak olarak kabul edilmesini istemeyecekleri anlamına gelmiyor. Aslında hak olup olmaması dertleri bile değil. Son derece pragmatist olarak, kendilerinin/çocuklarının/yakınlarının askerden yırtacakları bir olanak ortaya çıksın istiyorlar bence. Bir de askerlik her ne kadar özellikle taşradan gidenler için bir sosyalleşme ortamı  ise de aynı zamanda şiddet ortamı. Buradan bakarak da askerliğin bu biçimde yapılmasına karşı çıkanlar vicdani reddi ya da daha doğrusu vicdani ret vesilesiyle yapılacak düzenlemeleri destekleyecektir.

Siyasetçilere gelince… Geçen yıl TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu ile bir görüşme yapmış ve bir metin sunmuştuk. Görüşmeye CHP’den Rıza Türmen de bizimle birlikte katılmıştı. Bizim sunumdan sonra o da bizim sunumumuza katkı sunan şeyler söyledi. Bizimle görüşen heyetin başkanı AKP’li Ahmet İyimaya dedi ki; “bir gün savaş olsa ve herkes vicdani retçiyim diye askere gitmek istemezse bu vatanı kim savunacak? Vicdani ret için çok erken.” Hadi o muhafazakar ve iktidar partisinden… Ama görüşmede BDP adına Altan Tan vardı ve ağzını açıp ne bize ve ne de İyimaya’ya tek bir şey sözcük söylemedi.

Demem o ki, siyaset konusunda da kapsayıcı bir tespitte bulunmak mümkün değil. Ama genelleme yaparsam, vicdani reddin bir hak olmasını savunacak siyasetçilerin sayısının çok az olacağını söyleyebilirim sanırım. Neredeyse hepsi milliyetçi, muhafazakar ve militarist ortak bir hamurla yoğrulmuş. Başka bir yaklaşım beklemek çok zor.

Bir de , Diyanetin “vicdani ret caiz değildir” fetvasını belirtmek gerek.

İÖG (Türkiye) – TESEV’in yayınladığı Anayasa’dan Beklentiler Saha Araştırması çalışmasında askerlik ve vicdani ret konusunda ilginç bir resim ortaya çıkıyor.  Buna göre Türkiye’de %69.7 askerlik zorunlu olmalı, %6.2 zorunlu olmalı ama sosyal hizmet alanında da yapılmalı, %6.7’ü vicdani ret bir haktır ve %17.4 profesyonel orduya geçilmeli diyor. Bu resmi nasıl değerlendirirsiniz? Bu durumda %30 civarinda ve belki daha fazla kişi vicdani ret ve alternatif hizmet formülünü destekleyebilir gibi görünüyor? VR hareketi bu kişilere ulaşabiliyor mu? Ya dab u kişiler politikaları nasıl etkileyebilirler?

Hülya Üçpınar – Bir önceki soruda, toplumun vicdani reddi bir hak olarak görmediğine ilişkin görüşümü dillendirmiştim. TESEV araştırmasındaki rakamlar da aynı doğrultuda zaten.

Ancak bu yanıtların ne anlama geldiğini değerlendirebilmek için, ankete katılanların, örneğin askerliğin zorunlu karakteri ile silahlı hizmet ya da sivil hizmet arasındaki ilişkiyi ya da vicdani ret ile profesyonel ordu arasındaki ilişkiyi bildiklerini varsaymak gerekiyor. Ben bu ve bu bağlamdaki başka bilgilere, vicdani retçiler de dahil olmak üzere pek çok insanın sahip olmadığını düşünüyorum. İnsanlara, vicdani reddin bir hak olarak anayasada kabul edilmiş olması askerliğin zorunlu karakterini ortadan kaldırmaz derseniz yaklaşımları çok daha farklı olacaktır. Ya da sivil hizmetin, SGK sistemi içinde, ücretli ve sosyal güvenceli bir iş olarak tasarlanması gerektiğini söylerseniz yaklaşım gene çok farklı olur.

Ama her durumda %30’luk bir kesimin vicdani ret ve alternatif hizmeti desteklemesi olasılığı müthiş bir olanak gibi görünüyor. Yirmi yıl önce başladığımızda belki sadece yirmi kişiydik, şimdi belki 200 kişi (çok daha az olabilir) aktif olarak çalışıyor ve böylesi sonuçlar alınıyor. %30 acayip bir rakam 🙂

Bir “ama” daha; hayır, vicdani ret hareketi ne bu insanlara ulaşabiliyor ve ne de bu alanda kendisini ifade etmeye istekli kişilere yönelik bir bilgilendirme çalışması yapıyor. %30’luk rakam, basından duyduğu kadarıyla bir fikir sahibi olanlar aslında. Vicdani retçiler kayda değer bir çalışma gerçekleştirmediği halde vicdani reddin böylesine bir yansımasının var olduğunu görmek şaşırtıcı ve tabi ki sevindirici.

Bu kesimin politikaları etkileme potansiyeline sahip olabilmesi için sanırım sistemli bir bilgilendirme çalışması yapmak gerek. Kim yapacak? Ne yazık ki henüz bir adres gösteremiyorum.

İÖG (Türkiye) – Vicdani ret hakkının kabul edilmesinin önündeki engeller neler? Bunların üstesinden nasıl gelinebilir? Bu süreci kolaylaştıracak aktörler kimler veya hangi kurumlar?

Hülya Üçpınar – Vicdani ret hakkının önündeki en temel engel militarist politikalar tabi ki. “Türklük” ve “asker millet” tanımlaması üzerine oturtulmuş olan ulus devlet politikaları doğal olarak ordunun ve askerliğin kutsanması sonucunu doğuruyor. Bu kutsallık ise diğer tüm kutsallarda olduğu gibi bir dokunulmaz, tabu alan yaratıyor. Bu kutsallık kendisini doğrudan askeri ceza yasalarında, düşünce açıklamasını suç sayan ve devlete/ordunun manevi şahsiyetine yönelik suç tanımlamalarında kendisini buluyor.

Öte yandan bu kutsallık kisvesine, milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen Anayasa’nın 76. maddesinde ve ayrıca asker kaçaklarını çalıştıranlara yaptırım düzenleyen 111 sayılı Askerlik Yasasının 93 ve Devlet Memurları Kanununun 48/5. maddelerinde de rastlıyoruz.

Elbette ki askerliğin dokunulmaz ve mutlak karakterine gönderme yapan yasa maddelerinin kaldırılmasının bir anlamı olabilir ancak yasal mevzuattaki değişiklikler zaten politik yaklaşımlarla bire bir örtüştüğü için öncelikle politika yapışta bir değişikliğin olması gerek.

Bu konuda siyasi alanda birden bire bir aydınlanma bekleyemeyeceğimiz açık. Ama AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemlerde ordu ile yaşadığı çatışmanın sonuçları aslında ordunun, siyasetin ve toplumun gözündeki tabu karakterinin bir nebze de olsa değişmesi ile sonuçlandı. Her ne kadar Ergenekon davalarında üst düzey askerlerin yargılanmasına ilişkin toplumda ciddi bir tepki yükselebiliyorsa da bu davalar, askerlere ve hatta en üst rütbelilerine bile dokunulabileceğini gösterdi insanlara. Bu, devletin, ordusu ve milletiyle bir bütün olduğu algısında yarılma (ya da kırılma??) yarattı doğal olarak. Vicdani redde ilişkin 2006 yılında AİHM’den Osman Murat Ülke kararının çıkması, AK Bakanlar Komitesi’nin konuyu gündemde tutması, ve ardından AİHM’in 2011 Temmuzunda vicdani reddi hak olarak tanıması ve Türkiye aleyhine verdiği kararlar bu yarığın ya da kırığın içine oturdu. Tabi Asker Hakları İnisiyatifi tarafından yapılan çalışmaları, ordudaki insan hakları ihlallerinin ve özellikle de intiharların göz önüne serilmesi yarığı/kırığı genişleten etkenler oldu.

Sanırım izlenmesi gereken yol da bu. Yani, askerliğin bir baba ocağı olmadığını, hiyerarşi ve şiddet üreten, ayrımcı, erkek yurttaşları sosyal/ekonomik/politik hayattan uzaklaştıran bir mekanizma olduğunu ortaya koyan çalışmalar yapmak gerek. Bir yandan da vicdani reddin, askerliği külliyen (sivil hizmet dahil) reddetmenin de bir hak olduğuna, sivil hizmet düzenlemesinin nasıl olması gerektiğine ilişkin çalışmayı da eş zamanlı yürütmek gerek.

Bu sürecin birinci halkadaki aktörlerinin vicdani ret çalışması yapanlar, asker hakları grupları ve insan hakları örgütleri olması gerektiğini düşünüyorum. Birinci halkanın hedefleyeceği ikinci halka ise uluslararası mekanizmalar, politika yapıcılar ve yukarıda bahsedilen %30. Çok iş var yani…

İÖG (Türkiye) – Avrupa Konseyi bir süredir Türkiye’den vicdani ret konusunda bir düzenleme yapmasını istiyor/bekliyor. Türkiye defalarca bu konuda çalışma yapıldığını söyledi. Son olarak Başbakan “vicdani ret gündemimizde yoktur” dedi. Bütün bunlar bize ne söylüyor? Ve Yeni Anayasa açısından da beklentinizi paylaşır mısınız?

Hülya Üçpınar – Aslında durum çok ironik. AİHM’in Bayatyan kararının üzerinden bir buçuk yıl geçti, Erçep kararının üzerinden bir yıldan fazla süre. Tarhan kararı verileli yedi ay oldu. Ülke dosyasında sanki artık AİHM kararlarını iç hukukta esas alıyorlarmış gibi bir karar verip (aslında AİHM kararından sonra verilmiş olan) yakalama kararını kaldırıyorlar ama öte yandan Tarhan’a ilişkin olarak yüksek mahkeme tarafından verilen kararda vicdani redde dair herhangi bir ibare dahi yer almıyor. (Tarhan’a ilişkin Yargıtay kararını ekliyorum)

Yine, Yehova Hıristiyan Şahitleri Derneği tarafından  Bakanlar Komite’sine gönderilen bilgilendirmede dikkat çekilen Feti Demirtaş ile birlikte diğer dört Yehova Şahidi’nin durumlarına Tarhan ve Ülke süreci ile birikte baktığımızda şöyle bir sonuç çıkıyor; sadece Osman Murat Ülke hakkında verilmiş olan yakalama kararının kaldırılması, Bakanlar Komitesi önünde artık akut halde olan Osman Murat Ülke kararının izlenmesine ilişkin sonuçların görünmez kılınması çabasından başka birşey değil, ihlaller yaygın biçimde devam ediyor.

Ayrıca vicdani reddin 4.Yargı Paketinde yer almaması ve Adalet Bakanı Ergin’in, vicdani redde ilişkin düzenleme yapılmasını profesyonel ordunun kurulması ile bağlantılandıran açıklamaları da durumu, vicdani retçiler bakımından daha da ironik hale getiriyor; devlet milli savunma siyasetini yeniden belirleyene ve yapılandırana kadar siz bekleyin diyorlar yani. Bir yasal düzenleme hazırlığı bulunmadığının açık kabulü olan bu beyan ne genel önlemlerin alınması konusunda ve ne de yasal düzenlemenin yokluğu nedeniyle mağdur olan vicdani retçilerin durumuna ilişkin kapsayıcı bireysel önlemlerin alınacağı konusunda umut veriyor.

Yukarıdaki açıklamayı Bakanlar Komitesi’ne, Osman Murat Ülke kararına ilişkin bilgi olarak göndermiştim. Ama sanırım burada aktarmam da konu bakımından uygun.

Yeni Anayasa’dan beklentilerimizi, dün gönderdiğim Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunduğumuz metinde bulabilirsin. Ama bu beklentiler ne kadar yerine gelir, ne umut ediyorum? Bir hak düzenlemesi yapılmasını sanırım bu aşamada ummuyorum ama çok da uzun olmayan bir gelecekte vicdani redde ilişkin bir düzenleme yapılacağı umudunu taşıyorum.

İÖG (Türkiye) – İki askeri mahkeme vicdani ret konusunda ilginç kararlar aldı. Malatya bir Müslüman’ın başvurusunu reddetti ve Isparta askeri mahkemesi bir Yehova Şahidi’nin vidani ret hakkını kabul etti? Bu kararları değerlendirebilir misiniz?

Hülya Üçpınar – Muhammed Serdar Delice ve Barış Görmez’le ilgili bu kararlar aslında vicdani redde dair herhangi bir şey söylemiyor. Söylediği, hukuk kurallarının yeknesak ve yerleşik olmadığı, savcılar ve/veya yargıçların bireysel inisiyatiflerine bağlı olarak aynı konuda birbirleriyle çelişkili çok farklı kararlar verebildikleri. Başka alanlarda da rastlıyoruz buna; örneğin Ünal Tekeli /Türkiye (kadının evlilik öncesi soyadını kullanabilmesi) kararı sonrasında da farklı mahkemelerden farklı kararlar çıktı. Yerel mahkemeler olumlu kararlar verebildi ama savcılar ya da karşı tarafın temyizi üzerine Yargıtay’ın kararları çok iç karartıcı. Konu AİHM kararları ve uygulanması olunca tabi ki Anayasa’nın 90.maddesinin yorumlanması ve uygulanmasına ilişkin sorun gündeme geliyor. Anayasa Mahkemesi’nin, 90.maddenin yorum ve uygulanması konusundaki yorumları da mahkemelerin farklı kararlar vermelerinin nedenlerinden biri. Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen yerel mahkemelerin, vicdani reddin fiilen kabul edilmesi anlamına gelen ya da kadının evlilik öncesi soyadını kullanmasına ilişkin olumlu ama istisnai kararlarını taktirle karşılamak gerek. Ama hukukun uygulanması bir-iki iyi savcı ya da yargıcın değerlendirilmesine bırakılamayacak kadar önemli, hele ki konu kişi özgürlüğü ile ilgiliyse.

İÖG (Türkiye) – Yeni yargı paketinde Türk Ceza Kanunu (TC) 220 ve 318. Maddeler konusunda bazı değişiklikler bekleniyor. Bunlar vicdani ret konusunda konuşan, tartışan ve mücadele eden kişileri nasıl etkileyecek?

Hülya Üçpınar – 220. Maddenin vicdani ret konusuyla bir ilgisi yok ve vicdani ret mücadelesi verenlere uygulanan bir madde değil.

Ama 318. Madde, hem var olan ve hem de tasarıdaki haliyle çok riskli. Vicdani retçilerin kendi eylemlerinin yanı sıra bu alanda çalışan herkes yine 318.maddenin tehdidi ile karşı karşıya. Çünkü yine askerlik bir kutsallık ve mutlaklık karakteriyle donatılmış ve askerlikle ilgili yapılacak herhangi bir eylemlilik yada düşünce açıklaması tehlike olarak görülüp cezalandırılacak. Düşünceye ilişkin tanımlanmış suçlardaki en büyük handikap, başkalarının eylemlerinin senin açıklamalarınla bağlantılı olarak tanımlanması. Kişilerin “askerden firar” gibi “olası” eylemlerinin senin açıklamana bağlanması gibi absürd bir durum var ortada.

Aslında yapılması gereken 318. Maddenin tamamen ortadan kaldırılması. Orasından burasından çekiştirerek daha iyi bir düzenleme haline gelmesi imkansız zira.

İÖG (Türkiye) –  Son olarak, İnsan Hakları Komitesi Atasoy ve Sarkut kararıyla Türkiye’nin Madde 18’i ihlal ettiğine karar verdi. Ve birkaç ay önce Türkiye’nin Medeni ve Siyasal Hakları Sözleşmesi’nin uygulanması konusundaki raporu değerlendirildi. İnsan Hakları Komitesi vicdani ret konusunda pek çok soru yöneltti. Sizce bu karar Türkiye’de herhangi bir değişime yol açabilir mi?

Hülya Üçpınar – İnsan Hakları Komitesi’ndeki görüşmelere ben de katılmıştım ve vicdani ret konusunda sunum yapmıştım. Komite’nin sonuç gözlemlerinde vicdani ret oldukça güzel bir biçimde yer aldı ve ilk kez bir yıl sonra yapılacak izleme kapsamına da alındı.

Atasoy-Sarkut kararları ve Sonuç Gözlemlerine rağmen BM mekanizmalarının kararları Türkiye’de tek başına dönüştürücü bir etkiye sahip değil ne yazık ki. Nitekim Türkiye delegasyonu, İHK’na sunduğu raporda da vicdani ret konusunda son derece ciddiyetsiz yanıtlar vermişti ve görüşmelerde de genel şeyler dışında hiç bir açıklama yapmadı.

BM mekanizmalarının kararları ancak AİHM kararlarında yer alırsa ya da Avrupa Komisyonu raporları gibi  politik ağırlığı olan mekanizmaların raporlarında yer aldığı durumda bir etkiye sahip olabiliyor.

__________________________________________________________________________________________

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative Interview with Hülya Üçpınar on the Right to Conscientious Objection in Turkey

25/04/2013 Yorumlar kapalı

25.04.2013, İÖG (Turkey) / FoRB Initiative Interview with Hülya Üçpınar on the Right to Conscientious Objection in Turkey

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative  Can you describe the general picture of conscientious objection in Turkey?  How many conscientious objectors are there?  How many have declared their conscientious objections?  How many are there who are incarcerated?

Hülya Üçpınar – There is no clear information on the number of conscientious objectors.   In 2009 there was a report and together with the number of female conscientious objectors  the total was said to be 130 but since that time there have been many more, both male and female.  But the numbers unfortunately are not being kept any longer.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative – How do we categorize the reasons of those  who are conscientious objectors to military service in Turkey?  What reasons do they give for their refusal to serve?

Hülya Üçpınar–    I believe the practices until now have shown that the Turkish conscientious objectors fall into four categories.

–       Those with an anti-militaristic perspective.  The group that makes known the concept and actions of conscientious objectors are the anti-militarists.

The anti-militarist supporters spring from the defense of two ideas, that militarism is a culture and that this culture is fed mainly by the military.  They define militarism as a general concept, not one that is either leftist or rightist and refuse to accept the division of wars into “just” and “unjust.”   Because whether they are just or unjust wars as well as the politics of war in terms of things like military service are reasons for this culture being renewed or recreated.

Since military service which springs from the activity of training to kill, conscientious objectors have adopted the principle of non-cooperation with the military and its leaders and institutions. The complete rejection of cooperation opens up the possibility of defining conscientious objection as absolute (total objection).  In other words they see civilian service as military service and thus also reject civilian service.

Besides male conscientious objectors the first female conscientious objectors fall in this group.

–       Those who reject serving a certain army.

Those in this group are those with a conscientious objection stance that relies on the separation between just and unjust war.  They do not criticise militarism nor the formation of a general army.   These conscientious objectors say they will not serve the Turkish military.  I don’t know what their policy on civilian service is.

–       Jehovah’s Witnesses

Jehovah’s Witnesses are those with a Christian faith.  They reject armed military service based on the biblical verse in the Book of Isaiah that says “nor will they train for war anymore.”

– Muslim/nationalist

Muslim objectors say that the Quran does not make participation in jihad obligatory and that in Islam the essence of conflict resolution is negotiation.  In wars against Muslims however they must adopt a position that is on the side of “justice” but I don’t know what that means in practice.

Among the Muslim conscientious objectors there are women as well.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative –  If there were alternative options of civilian service, how would/could that solve the issue, if it would?

Hülya Üçpınar–  Even if there is an alternative service and even if they do not meet the necessary criteria there are many males who, rather than doing something within the military chain of command, would gladly do an alternative/public service.  There are many forums associated with military service;  when you enter and look at the forums, it is possible to see the actual demands of present soldiers.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative – Is conscientious objection in Turkey seen as a human right?   How do human rights organizations, the media, society and politicians see this issue?

Hülya Üçpınar – Conscientious objection has been on the Turkish agenda for 20 years.  From the beginning until now truly many things have changed.  In the early days and even for many years there were ongoing arguments with the left opposition parties and the NGOs about the just/unjust war concept.  It was said that militarism is a culture and was reproduced with these perspectives.   But anti-militaristic supporters’ arguments and conscientious objection were found to be seriously utopic.  They were looking at us as a bit marginal.

But now, at this stage, NGOs and human rights groups are unified, I believe, with regard to conscientious objection as a right.  I say “I think so” because I have not heard the opposite opinion. Nothing else can be said about the European Court of Human Rights’ (ECtHR) Bayatyan v. Armenia decision and decision concerning Turkey following that.

When discussing the media…we are talking about a broad range. The decisions of the ECtHR have been in the press a lot.  You know, the objectors showed up at the TV forums.  The media are sympathetic to the objectors but I’m not sure how much or deeply they have thought about this issue of conscientious objection as a right.  Maybe some journalists see conscientious objection as a right, but to broadcast that generally is hard.

As for society I can say directly “no, they do not see it as a right.”  But that does not mean they don’t want to accept it as a right.  In fact whether or not it is a right or not is not their concern.   As a firm pragmatist, in my opinion, what they want is for them/their children/their relatives to have the opportunity to be torn from the military.  And if the obligatory military service for those who come from rural communities is a socializing environment, it is also an environment of violence.  By looking at this issue from this perspective, those who object to the making of the military service in this manner support the conscientious objection or more accurately the changes that will be made as a result of the conscientious objection.

As for politicians… Last year we met with the Constitution Reconciliation Commission at the Parliament and presented a document.  Rıza Türmen from CHP (Republic People’s Party) participated with us.  After our presentation he contributed to our submission with his comments. AKP’s (Justice and Development Party) Ahmet Iyimaya was the leader of the group meeting with us and he said:  “If there is a war and everyone says I am not going to fight because I am a conscientious objector, who will defend our country?  It is too early for conscientious objection.”   So he is conservative and from the ruling party.  But Altan Tan, representing the BDP (Peace and Democracy Party), was there but he did not say anything to us or to Ahmet İyimaya.

What I am saying is that is not possible to give a comprehensive determination with regard to the issue of politics.  But if I were to generalize, I think I could say that the number of those who see conscientious objection as a right would be very small.   Almost all of the politicians are nationalist, conservative and militarist, all rolled into one.  To expect a different approach is really difficult.

In addition, we should point out the fatwa of the Directorate of Religious Affairs saying that “conscientious objection is not religiously acceptable.”

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative –  Turkish Economic and Social Studies Foundation’s (TESEV) Field Study Findings on the Expectations from the Constitution present a very interesting picture with regard to military service and conscientious objection.  According to the results 69.7% of Turks believe that military service should be obligatory, 6.2% believe it should be obligatory but done in social service arena, 6.7% believe that conscientious objection is a right and 17.4% believe the military ought to be professional.  How do you evaluate this picture?  This information indicates that 30% and maybe more may support conscientious objection and alternative means of service.  Can the conscientious objection movement reach these people?  Or how can these people affect the politics of this issue?

Hülya Üçpınar –  In the previous question I stated my opinion that I thought society did not believe  conscientious objection was a right.  The research results of TESEV are in the same vein.

But in order to evaluate what these answers mean, one must assume that those who participated in the poll knew the relationship between, for example, the necessary character of military service and the armed or civilian service or the relationship between a professional army and the conscientious objection.  I think that many people, including conscientious objectors, are not aware of this and related data.  If you told people that even if the constitution permitted conscientious objection as a right, that the obligatory nature of military service would not be lifted, people’s approach would be very different.  Or if you said that civilian service would need to planned within social security system as a wage earning opportunity with social security benefits, the approach would be different again.

But in any case the possibility of 30% of the people supporting alternative service or conscientious objection is a wonderful possibility.  When we started 20 years ago we were maybe 20 people, maybe now we are around 200 (or less) who are working actively and we achieve these results.  30% would be a strange and wonderful number.

There is one other “but;” the conscientious objector movement does not reach these people nor is it working to inform those who are willing to explain themselves within this arena.  The 30% number is those who have this idea from the media.  Although the conscientious objectors have not really worked at this issue, to still see a reflection of conscientious objection at that level is both surprising and of course pleasing.

For this group to reach its potential political effect, I think they need to work at informing people in a systematic way.  Who will do this?  Unfortunately I cannot give you a name.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative –  What are the hindrances to accepting the right to conscientious objection?   How can this be overcome?   Who are the people or groups who will simplify this process?

Hülya Üçpınar – The most basic hindrance before conscientious objection is of course militarist policies.   When you establish nation state politics on the definition of “Turkishness” and “soldier nation” then the result of a sanctified military and army is natural.  With this sanctified position, as with all other sanctified positions, there is immunity and the creation of a taboo area.   This sanctity finds itself directly in military penal laws, those laws that criminalize speech against the state or the military and definition of crime against the moral person of state/military.

Beyond that we find this sanctity disguise in Article 76 of the Constitution concerning the criteria for election to the parliament.  In addition we find it in the Military Code No.111 Article 93, and Law on Civil Servants No. 657 Article 48(5).

Of course, there would be some significance to the removal of legal provisions that refer to the untouchable and absolute nature of military service but since the legislative provisions are identical to political approaches, there needs to be a change in the political makeup first.

It is clear that we can not expect an immediate enlightenment on this subject in the political arena.  But in the first years when AKP became the ruling party, the results of the conflicts between the military and AKP caused a bit of a change in the eyes of the  politicians and society with regard to the taboo character of the military.  No matter how much there is a serious repercussion in society over the idea of having high ranking commanders prosecuted in the Ergenekon case,  these cases showed people that soldiers, even the highest ranking ones, are not politically immune to prosecution.   This naturally created a crack (a fracture) in the perception that the state is one with the military and the nation.  The 2006 ECtHR’s decision with regard to conscientious objection and Osman Murat Ülke,  the Council of Europe Committee of Ministers keeping the subject on the agenda and the recognition by the ECtHR on 2011 July of the right to conscientious objection and the judgments held against Turkey all contribute to filling in the crack or the fracture.  Of course the work done by the Soldiers’ Rights initiative, the disclosure of human rights violations in the military and especially the suicides cause the crack/fracture to be wider.

I believe this is the road to follow. There needs to be some work done that show that the military is not a family home, it is something that creates hierarchy and violence and is a mechanism which is discriminatory and separates young male citizens from their social/economic and political life. At the same time there needs to be simultaneous work done to show that total rejection of military service (including civilian service) is a right  and how civilian service needs to be organized.

I think the first line actors in this process need to be the ones who work for conscientious objection, military rights groups and human rights agencies. The first line would then aim to influence the second line work for the the international mechanisms, the political creators and the 30% we talked about above.   There is lots of work in other words.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative –  The Council of Europe for a period of time has wanted/expected Turkey to provide legislation with regard to the conscientious objection issue.   Turkey has said they were working on this issue.  Lastly the Prime Minister said “conscientious objection is not on our agenda.”  What do all these things say to us?  And can you share your expectations of the new constitution?

Hülya Üçpınar – Actually the situation is very ironic.  One and a half years have passed since the ECtHR’s Bayatyan decision, over a year since the Ercep decision.  It has been seven months since the Tarhan decision. Regarding the Ülke judgment, it was treated as if  ECtHR’s decisions automatically become domestically and the arrest decision was lifted (which had been actually decided after the Ülke judgment). On the other hand the decision of the High Court of Appeals with regard to Tarhan contains no references to conscientious objection.

In addition, when we look at the Tarhan and Ülke processes together with the cases of other four Jehovah Witnesses and Feti Demirtas which were pointed out in the briefing prepared by the Association of Jehovah Witnesses we reach this conclusion:  the lifting of the arrest order for Osman Murat Ülke is nothing more than rendering invisible the results of the follow up on the acute case before the Council of Europe Committee of Ministers, namely the Ülke  judgment.  The violations are still wide spread.

In addition the lack of conscientious objection in the 4th Judicial Package and Justice Minister Ergun’s statements that tied the regulation on conscientious objection to the establishment of a professional military makes the situation more ironic from the perspective of the conscientious objectors.  What they are saying is essentially you wait until the state renews and restructures national military policy.   This declaration which openly accepts the fact that there is no preparation of a legal arrangement, does not provide hope for the conscientious objectors on the establishment of general or comprehensive individual measures.

As far as the new Constitution is concerned our submission to the Constitution Reconciliation Commission asks for the right to conscientious objection to be recognized under the right to freedom of religion, belief and conscience. But how much do I hope these expectations will actually be carried out? I think at this stage I am not hoping that there will be a regulation concerning this right but I am also hoping that in the near future an arrangement for conscientious objection would be done.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative – Two military courts have reached interesting decisions with regard to conscientious objection.  A Muslim in Malatya had his application rejected yet a Jehovah’s witness had his right for conscientious objection accepted by the military court in Isparta?  Can you comment on those decisions?

Hülya Üçpınar – The decisions for Muhammed Serdar Delice and Barış Görmez actually say nothing at all about conscientious objection. What they say is that legal rules are not consistent and established, that the prosecutors and/or judges in connection with personal initiative make very different and contradicting decisions on this issue.   We run across this in different areas;   for example after the Ünal Tekeli /Turkey (on the wife being able to use her maiden name after marriage) decision of the High Court of Appeals different courts took different decisions.  Local courts were able to give positive decisions but the decisions of the High Court of Appeals following appeals by prosecutors or lawyers who lost, are very depressing. Of course, when it concerns the decisions of the ECtHR, then the issues becomes the interpretation and application of the Article 90 of the Turkish Constitution. The Constitutional Court’s interpretation of Article 90 has been one of the reasons for courts giving different decisions.   Despite the Constitutional Court’s decisions  the local court’s positive and exceptional decisions to, in actuality, accept conscientious objection or the ability of a wife to use her maiden name have to be accepted with appreciation.  The application of law is however, much too important to be left to one or two good district attorney’s or judges, especially if the subject is personal freedom.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative –  In the new judicial package there are changes expected in Turkish Criminal Code Articles 220 and 318. How will these changes affect those who speak, argue and fight for conscientious objection rights?

Hülya Üçpınar – There is no connection whatsoever between the Article 220 and conscientious objection.  It is also not a provision applied to those who fight for conscientious objection.

But Article 318, both the present one and the one in draft, is very risky.  In addition to the actions of conscientious objectors everybody who works in this area comes face to face with the threat of Article 318. Because military service has been associated with sanctity and an absolute character and any action or expression of thought with regard to military service will be seen as  dangerous and punishable.   The greatest handicap in those crimes defined in relation to thought is the definition of others actions connected in relation to one’s statements.  The fact that others’ “possible” actions of “escape from military service” are tied to one’s statement shows how absurd this has become.

The thing that really needs to be done is the removal of Article 318.   Because it is not possible to make it a better arrangement by pulling in things from here and there.

İÖG (Turkey) / FoRB Initiative – Lastly, the UN Human Rights Committee decided in the Atasoy and Sarkut decisions that Turkey’s 18th amendment was broken.  And a few months before the Turkey Civilization and Social Rights Agreement report with regard to practices was evaluated.  The Human Rights Committee asked a lot of questions about conscientious objection.  Do you believe this decision will open the way for any change in Turkey?

Hülya Üçpınar – I sat in on the meetings of the Human Rights Committee and made a presentation on conscientious objection.  The Committee’s Concluding Observations included a good piece on conscientious objection and for the first time has been included among the topics that will be followed up on next year.

Despite the Atasoy-Sarkut decisions and the Concluding Observations unfortunately the decisions coming from the United Nations Mechanisms  do not have the ability to change things in Turkey by themselves.   In fact, the Turkish delegation’s answers in the report presented to the  Human Rights Committee were completely frivolous and they made only general comments in the meeting.

The decision of the United Nations Mechanisms will only carry weight when they are quoted in the judgments of the ECtHR or a part of, reports that have political significance such as the European Commission’s reports.

_________________________________________________________________________________________

Türkiye’nin Vicdanı Soykırımı Unutmadı / Turkey’s Conscience did not forget Genocide

25/04/2013 Yorumlar kapalı

24.04.2013 Demokrathaber.net

Summary in English below.

Ermeni Soykırımı’nın simge tarihi olan 24 Nisan 1915’in 98. Yıldönümünde Türkiye’nin çeşitli illerinde anma toplantıları düzenlendi. Her yıl daha fazla yerde ve daha kalabalık düzenlene anmalara geçmişle yüzleşme çağrısı damgasını vurdu.

Beyoğlu’nda toplanan grup Ermeni Soykırımının 98. Yıl dönümünde hayatını kaybedenler için anma töreni düzenledi. Saat 19.15’te Taksim Meydanı’ndaki anmaya Prof. Dr. Gencay Gürsoy, BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, gazeteci Ali Bayramoğlu, Rakel Dink, Hosrof Dink, Sevag Balıkçı’nın ailesi ve çok sayıda kişi katıldı.

Taksim Meydanı’nda bir araya gelen bini aşkın kişi, katledilen Ermenileri anmak için oturma eylemi yaptı. Ermeni ağıtlarının çalındığı anmada, Hrant Dink ve Sevag Balıkçı’nın da aralarında olduğu 1915’ten beri katledilen Ermenilerin resimleri taşındı. Yere, “’98 yıl oldu. Unutmadık, unutturmayacağız” yazılı pankart serildi, etrafına konulan resimler karanfillerle donatıldı, mumlar yakıldı.

Ermeni türkülerinin çalındığı anmada 1915’te 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da evlerinden alınarak tutuklanan ve bir daha pek çoğundan haber alınamayan Ermeni aydınlar anıldı.

Prof. Dr. Gencay Gürsoy’un okuduğu basın açıklamasında; “24 Nisan 1915 günü İstanbul’da Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla 240 kişi tutuklandı. Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla, Ermeni mebuslarından şairlere, Ermeni toplumunun, deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüler. Haklarında hiçbir yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. Bu kitlesel tutuklamaların hedefi Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemekti. Çünkü onlar Ermeni toplumunun dünyaya açılan kapısı niteliğindeydi. Aileler bölündü. Çocuklar anasız babasız, analar çocuksuz kaldı. Birbirlerini bir daha bulamadılar. On binler hastalıktan, açlıktan yığınlar halinde öldüler” dedi.

Aradan 98 yıl geçtiğini ve inkarın sürdüğünü vurgulayan Gürsoy, “Ermenilere düşmanlık da sürüyor” dedi. Hrant Dink’in 2007, Sevag Şahin’in ise 2011 yılında öldürüldüğünü hatırlattı. Katliamları planlayanların, suç ortaklarının ve katillerin serbest olduğunu hatırlatan Gürsoy, bunların soykırımın inkar politikasının doğal bir sonucu olduğunu kaydetti. Gürsoy, “Soykırımın faillerini biliyoruz. Hepsinin lanetli isimleri hafıza defterlerimizde kayıtlı. Bu düşmanlığı besleyenleri de, inkarı sürdürenleri de biliyoruz” dedi.

Anadolu topraklarının aynı zamanda, kendi canı pahasına Ermenileri korumaya çalışan vicdan sahiplerini de çıkardığını söyleyen Gürsoy, “Biz kendimizi, yüzbinlerce vatandaşını zorla süren, malına mülküne zorla el koyan, yollarda da kitlesel kıyımlarla katleden ve bunun için çeteler örgütleyen soykırımcılardan değil, vicdan sahibi insanların tarafında sayıyoruz” diye konuştu.

Tarihin, ülke insanlarının yüreklerinde ve hafızalarında derin izler bıraktığını ifade eden Gürsoy, Ermeni kültürünün ve gerçekliğinin sadece topraklardan değil, insanların hafızalarından da silinmeye çalışıldığını söyledi, tüm baskı ve inkara rağmen vicdan ve adalet duygularının köreltilemediğini dile getirdi.

Gençay Gürsoy, sözlerini şöyle sürdürdü: “1915’in acısını da yasını da paylaşıyoruz. Acıları paylaşmak, ortak düşünmenin, geleceği birlikte kurabilmenin, yani Türkiyeliler olarak, eşit yurttaşlık ilişkisi içinde bir arada yaşayabilmenin de bir parçası aslında. Birbirini anlamak, tanımak, yaraları sarmak, geçmişimizle yüzleşmek geleceği birlikte tasarlamanın da yoludur. 1915’te katledilen yurttaşlarımızın anısı önünde ve torunlarıyla yan yana saygıyla eğiliyoruz.”
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Ermeni katliamına ilişkin Sakarya Caddesi’nde basın açıklaması yaptı. Açıklamada, “24 Nisan’ı unutmadık bu acı hepimizin” pankartı açıldı.

Açıklamaya Yazar Ayhan Bilgen, BDP, EMEP yöneticileri, avukat ve insan hakları savunucuları katıldı. Açıklamayı yapan HDK Merkez Yürütme Kurulu üyesi Gülistan Aydoğdu, bu topraklarda çok acıların yaşandığını dile getirerek, “24 Nisan 1915’le simgelenen tarih, acıların en büyüklerinden birisidir. Bu tarih yüreklerde ve hafızalarda derin izler bıraktı” dedi.

98 yıl önce İstanbul’da İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Ermeni aydınlarının tehcire gönderildiğini hatırlatan Aydoğdu, “Anadolu’nun kadim halkalarından olan Ermenilerin yaşadıkları büyük felaketi, soykırımı devletçi ve ırkçı-milliyetçi zihniyet uzun yıllar bastırarak unutturmaya çalıştı. Ama bu inkar siyaseti toplumsal hafıza kaybı yaratma çabaları tutmadı. Geçmişimizle yüzleşerek geleceğe bakıyoruz. O süreçte yaşamını yitirenleri hüzünle anıyoruz” diye konuştu.

Aydoğdu’dan sonra konuşan Yazar Ayhan Bilgen, Hrant Dink’in katledilmesinin ardından “Hepimiz Ermeniyiz” sözünün bazılarını rahatsız ettiğini hatırlatarak, “Kimi inanç açısından kimisini ise etnik açıdan rahatsız etmişti. İçimizde bastırdığımız ve kaybettiğimiz bir acı ile karşılaşmamızı sağladı. Hrant bir Ermeni milliyetçisi değildi. Hrant bir sosyalistti, dindarların da acılarını anlayan bir dile sahipti” diye konuştu.

Konuşmaların ardından 5 dakikalık oturma eylemi yapılırken, oturma sırasında sürgün edilen bazı Ermenilerin isimleri okundu.

İzmir’de bulunan sivil toplum örgütleri, Ermeni katliamında yaşamını yitirenler için Basmane Meydanı’nda anma düzenledi. Yazar Ragıp Zarakolu, Yayıncı Muzaffer Erdoğdu ve çok sayıda kişinin katıldığı açıklamada, “24 Nisan 1915 soykırımını unutma yüzleş”, “Bir zamanlar İzmir’de Ermeni vardı” pankartlarının yanı sıra katliamda yaşamını yitirenlerin fotoğrafları taşındı.

Anmanın yapıldığı meydana gelen Halkın Kurtuluş Partisi üyeleri provokatif sloganlar atınca, anmada gerginlik yaşandı. Yaşanan gerginliği polis uzunca bir süre izledikten sonra müdahale etti. Müdahalenin ardından gerginlik son buldu.

Anmada grup adına açıklamayı okuyan Süryani Dostluk Platformu Üyesi Zeynep Tozduman, geçmişle yüzleşilmesi gerektiğini ifade ederek, “Biz gerçeği istiyor ve geçmişimizle yüzleşmek istiyoruz. Bizlere 98 yıl sonra bile hala yalana dayalı bir resmi tarihi dayatarak, gerçeği unutturmaya çalışıyorlar. Biz yaşatılan bu acının ağırlığı altında ezilmek istemiyoruz” diye konuştu. (Focus Haber, ETHA, Yüksekova Haber)

Adana’da da Halkların Demokratik Kongresi tarafından Ermeni Soykırımı’nda ölenler bir eylemle anıldı.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

In numerous cities commemoration meetings were held to mark the 98th anniversary of the Armenian Genocide. About 1000 people were present in central Istanbul to commemorate the event. The message that was emphasized repeatedly was the need to face the past. On the night of April 23 1915 approximately 250 Armenian intellectuals were arrested in Istanbul and this date is conventionally held as the starting date of the organized removal of Armenians from Anatolia.

_______________________________________________________________________________________

Suriye’de İki Metropolit Kaçırıldı / Two Syrian Bishops Kidnapped

24/04/2013 Yorumlar kapalı

23.04.2013, http://www.suryaniler.com

Summary in English below.

Suriye devlet televizyonu insani yardım amacıyla kaçırılan iki din adamını kurtarmaya giden Halep Süryani Metropoliti Yohanna İbrahim ve Rum Ortodoks Metropoliti Paul Yazıcı‘nın Halep yakınlarındaki Kfar Dael kasabasında pazartesi günü öğle saatlerinde silahlı gruplarca kaçırıldığını duyurdu. Kaçırılma olayı esnasında metropolitlerin özel şöförü Fathallah Kaboud‘un silahlı gruplar tarafından öldürüldüğü bildirildi. Din adamlarının kaçırıldığı bölgenin uzun zamandır Özgür Suriye Ordusu’nun denetimde bulunan bir bölge olduğu biliniyor.

Halep’te bulunan Süryani Ortodoks Metropolitliği bugün yaptığı açıklamada şu ana kadar kaçırılan metropolitlerden bir haber alınamadığını ve bu iki metropolitin görevlerine sapasağlam dönebilmeleri için ellerinden geleni yaptıklarını açıkladı. Metropolitlikten yapılan açıklamada din adamlarını kaçıran grupların Çeçen gruplar olduğunu tespit ettiklerini fakat kaçırılan metropolitler ve kaçıran silahlı gruplar ile henüz temas kuramadıklarını bildirdiler.

Geçtiğimiz günlerde Reuters’e demeç veren Halep Süryani Metropoliti Yohanna İbrahim, Halep kentini ele geçirmek isteyen isyancı ve devlet güçlerinin yürüttüğü savaş nedeniyle geçtiğimiz Eylü ayından beri Hristiyanların şehri terketmeye başladığını, Halep’in modern tarihinde böyle acılı ve sıkıntılı bir dönem daha yaşanmadığını ifade ederek kaçırılan hristiyan bireylerinin ve din adamlarının ailelerinin büyük paralar ödemek zorunda kaldığını söylemişti.

www.suryaniler.com sitesi olarak kaçırılan iki din adamının sağ salim bir şekilde kurtarılmaları ve görevlerinin başına dönmesini temenni ediyor ve onlar için dua ediyoruz.

Habere ulaşmak için tıklayınız.
Summary
Two Syrian Bishops were seized  as they had been returning from the Turkish border. It was not immediately clear who had kidnapped them but they have been kidnapped in the region which has been under the control of the Syrian rebel forces. Bishop Ibrahim is the head of the Syriac Orthodox Church in Aleppo, while Bishop Yaziji leads the city’s Greek Orthodox Church. In a recent interview to Reuters Bishop Ibrahim had said that since last September Christian have been leaving Aleppo and that Christians in Aleppo had never experienced such a painful period before. The Syriacs in Turkey are concerned for both Bishops and hope and pray for their safe release and return to their positions.
__________________________________________________________________________________________

“Dinen caiz değil” çocuğuna aşı vurdurmadı / Refusal of vaccination based on religion

22/04/2013 Yorumlar kapalı

18.04.2013, T24

Summary in English below.

Baba Ergün, ‘Aşıda kullanılan maddelerin içinde, domuz dokuları, at kanı, maymun beyni, insan spermi’ olduğunu iddia etti

İzmit’te babasının, “içerisinde güvenmediği maddelerin bulunması” nedeniyle aşı vurdurmadığı çocuğa mahkemece, sağlık tedbirleri alınmasına karar verildi.

Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığı Kocaeli İl Müdürlüğü tarafından, baba Ahmet Ergün hakkında, 1.5 yaşındaki oğluna aşı yapmadığı gerekçesiyle Kocaeli Çocuk Mahkemesi’ne suç duyurusunda bulunuldu.

Bunun üzerine açılan davada verilen kararda, 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun 5/1-d maddesi uyarınca çocuğa sağlık tedbiri uygulanmasına karar verildi.

Mahkeme, tedbirin Halk Sağlığı Müdürlüğünce yerine getirilmesi ve kararının, kesinleşmesinin beklenmeksizin uygulanması gerektiğine hükmetti.

Mahkeme, Çocuk Koruma Kanuna gereğince “mahkemede görevli sosyal çalışma personeli tarafından tedbir kararının uygulanması ve tedbirden beklenen amacın gerçekleşip gerçekleşmediği, tedbirin çocuğun gelişimini hangi yönde etkilediği konusunda üçer aylık sürelerle inceleme yapılmasına” karar verdi.

Mahkemenin kararına ilişkin AA muhabirine açıklama yapan baba Ahmet Ergün, 1,5 yaşındaki oğluna, içeriğine güvenmediği için aşı vurdurmadığını söyledi.

“Aşıda kullanılan maddelerin içinde, domuz dokuları, at kanı, maymun beyni, insan spermi” olduğunu iddia eden Ergün, sağlık ocağında, bütün sorumluluğu üstüne aldığına dair imza attığını kaydetti.

Ergün, buna rağmen hakkında açılan davada karar çıktığını belirterek, şöyle konuştu:

“Beni duruşmaya çağırmadılar. Mahkeme açıldığından haberim yoktu. Kararda, 3 ay boyunca gözetim altında olacağımız yazıyor. Beni ikna etmeye çalışacaklarmış. Nasıl hareket edeceğimizi bilmiyoruz. Ben aşı vurdurmayacağım. Kararlıyım. Yetkililerden yardım istiyorum. Bir baba, evladına, iğnelerin içeriğini bildiği halde nasıl vurdurulmasına izin verir. İzin vermez çünkü dinen caiz değil. Gerekirse karşı mahkeme açacağım.”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Ahmet Ergün, father of a 18 month old toddler refused vaccination of his child saying that the vaccine’s contents include ingredients that are not permissible by his religion. The Ministry of Family and Social services filed a complaint against the father and the Children’s Court decided to take the necessary measures to protect the health of the child. Ergün said that he was not called to the court and know understands that the authorities will try to convince them to permit the vaccination of his child.

__________________________________________________________________________________________

Fazıl Say, Dine Hakaret ve AİHM

19/04/2013 Yorumlar kapalı

19.04.2013, Radikal

Taha Akyol, Nazlı Ilıcak ve diğer bazı yazarlar, Fazıl Say’ın aldığı mahkûmiyetin AİHM içtihatları göz önüne alındığında makul karşılanabileceğini söylediler. Hakikaten AİHM içtihatları Say’ın aldığı mahkûmiyeti meşrulaştırıyor mu?

AİHM’nin dini değerlere hakaret nedeniyle ifade hürriyetine sınırlama getirilebileceğini belirttiği iki önemli kararı var. Bunlardan birisi Avusturya’ya karşı açılan Otto Preminger davası, diğeri İ.A. Türkiye kararı. Aslında bu iki davada da ortak bir özellik söz konusu, Otto Preminger’de Hz. İsa’ya yönelik ciddi aşağılama ve hakaretlerin yer aldığı bir filmin gösterilmesinin durdurulması, İ.A.’da ise yine Hz. Muhammed’e yönelik hakaretamiz sözlerin edildiği bir kitap nedeniyle yayıncıya ceza verilmesi söz konusu.

AİHM filmin yayımlanmasının durdurulmasını ve yayıncıya verilen cezayı peygamberlere yönelik hakaret nedeniyle haklı buluyor. İ.A. kararında “yalnızca rencide edici veya sarsıcı yorumların ya da ‘provokatif’ bir görüşün değil, aynı zamanda İslamın peygamberine yönelik küfürbaz bir saldırının da söz konusu olduğu”nu belirtiyor. Yani eğer peygambere bir hakaret söz konusu olmasa, sadece birileri rencide oluyor diye ifade hürriyetinin kısıtlanmasına izin verilmeyecek.

Nitekim Otto Preminger kararında AİHM’nin bu hususun altını çizdiğini görüyoruz: “İster dini çoğunluğun, ister azınlığın bir ferdi olsunlar, dinlerini dışa vurma özgürlüğünü kullanmayı seçen kişilerin her türlü eleştiriden muaf olmayı beklemeleri makul değildir. Bu kişiler dinsel inançlarının başkaları tarafından reddedilmesini ve hatta kendi görüşlerine düşmanca olan öğretilerin başkaları tarafından yayılmasını hoş görmek ve kabullenmek zorundadırlar.”

Peki, Fazıl Say neden mahkûm edildi? Toplumun bir kesiminin dini değerlerine hakaret ettiği gerekçesiyle. Görüldüğü gibi, AİHM’nin ‘peygamberlere’ hakaret gibi oldukça spesifik bir konu üzerinden verdiği bu kararların, Say’ın durumuna uygulanabilir bir yanı yok.

Kaldı ki AİHM peygambere hakaret durumunda bile uygulanan yaptırıma bakıyor. Örneğin, İ.A’nın küçük bir para cezasına çarptırıldığının altını çiziyor, Otto Preminger’de ise sadece bir yasaklama söz konusu. Yani o kişilere hapis cezası verilmiş olsa, değerlendirmesi muhtemelen çok farklı olacak.

Tabii biz hâlâ ifade hürriyetinin kıymetini bilemediğimiz için bir insanın ağzından çıkan sözler için hapis cezasına mahkûm olmasının ne kadar ağır bir yaptırım olduğunu göremiyoruz. Say’ın aldığı ceza ertelenmiş bile olsa, adli siciline işlenmesi, başka bir suç işlediği iddia edildiğinde dosyanın yeniden açılacak olması nedenleriyle çok ağır bir yaptırım söz konusu.

Kaldı ki AİHM, önüne gelen davanın bütün özel koşullarına, devletin söz konusu uygulamasının bir istikrar arz edip etmediğine de bakıyor. Gelin bu açıdan baştan sona Say’ın durumuna bakalım:

Her ne kadar mahkeme Say’ın “Nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı” tweet’ine ceza vermişse de savcı 9 tweet için ceza istemiştir. Bu tweet’lere baktığımızda Say’ın ateist olduğunu deklare eden tweet’lerinin de eklendiğini görüyoruz. Demek ki Say’ın davası ateizmin de ‘dini aşağılama’ olarak algılandığı bir zihinsel/felsefi iklim içinde görülmüştür.

Say’ın mahkûm olduğu 216/3’te ‘dini değerler’ denilerek nötr bir ifade kullanılıyor. Peki, Türk mahkemeleri Hıristiyanların ve Yahudilerin dini inançlarına hakaret edildiği için bugüne kadar kaç defa mahkûmiyet kararı vermişlerdir? Yine 216. madde bugüne kadar azınlıkları hedef alan nefret söylemlerinde kaç defa tatbik edilmiştir?

Hıristiyan ve Yahudi inançlarına yönelik hakaretlerin cezai tatbikata uğratılmadığı bir ortamda, son yıllarda giderek artan oranda İslam dinine yönelik hakaretlerin tatbikata uğraması yargının özel bir hassasiyet geliştirdiğini mi göstermektedir? Hemen akla gelen diğer örnekler, Penguen çizeri ve Ekşi Sözlük yazarlarına açılan davalardır.

Say’ın tweet’leri aslında retweet ettiği görüldüğüne göre, neden sadece Say hakkında ceza davası açılmıştır?

‘Allahçı’ ibaresi, bütün Müslümanları kapsayan bir kavram mıdır, yoksa burada, tweet’i atan, alerji duyduğu bir gruba mı göndermede bulunmaktadır?

Twitter’da sadece isteyen insanlar, belli kişileri ve onların mesajlarını takip ettiklerine göre, Say’ı kendi isteğiyle takip edenlerin onun sözlerinden rencide oldukları söylenebilir mi?

Daha pek çok soru sorulabilir kuşkusuz. Bütün bu söylediklerimden, Say’ın sözlerini hoş gördüğüm sonucuna varılmasın. Ama beni, onun sözlerinden çok daha fazla, insanların ağızlarından çıkan saçma sözler nedeniyle kolaylıkla hapis cezasına çarptırıldıkları bir ülkede yaşamak rahatsız ediyor.

Bu ülkenin çok ciddi bir ifade hürriyeti sorunu var. O yüzden gelin AİHM kararlarını böyle kararları meşrulaştırmaktan ziyade, özgürlük sorunumuzun boyutlarını anlamak için kullanalım. Yarın Say’ın mahkûmiyeti ışığında ifade hürriyeti meselesine bakışımızdaki temel çarpıklığı tartışmaya çalışacağım.

Yazıya ulaşmak için tıklayınız.

__________________________________________________________________________________________

Zirve Yayınevi Cinayetlerinin Üzerinden 6 Yıl Geçti / Six Years After Zirve Killings

18/04/2013 Yorumlar kapalı

18.04.2013, Malatya Güncel

Summary in English below.

Malatya’da Misyonerlik yaptıkları gerekçesiyle 3 kişinin öldürüldüğü Zirve Yayınevi cinayetinin üzerinden tam 6 yıl geçti.

18 Nisan 2007 günü Tüm dünya Malatya’dan gelen korkunç haberle şok oldu.

Hıristiyanlık’la konusunda kitaplar yayınlayan Zirve Yayınevi’nin Malatya İrtibat Bürosu Dünya’yı sarsan vahşete sahne oldu.

5 genç, Zirve Yayınevi’ni basmış, misyonerlikle suçladıkları Alman uyruklu Tilman Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel’i boğazlarını keserek öldürmüştü. Binadan atlayan Emre Günaydın (1988) yaralı halde bulundu. Abuzer Yıldırım (1988), Cuma Özdemir (1987), Salih Gürler (1987) ve Hamit Çeker (1988) bıçaklarla yakalandı.

Cinayetin perde arkasının aydınlatılması için çalışmalar halen sürüyor. Aradan geçen 6 yıl süre boyunca yargılama devam etti.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Six years have passed since the killing of 3 individuals allegedly for engaging in missionary activities in Malatya. Investigation to bring into light the complex network behind the killings is ongoing. The prosecution of the 5 young men caught on scene continues.

_________________________________________________________________________________________

 

Turkey’s Backward Freedom

18/04/2013 Yorumlar kapalı

17.04.2013, Al Monitor / Tülin Daloğlu

In the last few days, two deeply troubling court decisions brought to light Turkey’s double standards in respecting freedom of expression and religion. While historic churches risk being converted to mosques in Turkey, world class concert pianist Fazil Say has been given jail time for insulting Muslims. Something seems to have gone terribly wrong in how the Turkish nation develops its sensitivity to freedom and democracy.

Following the first court decision, made in Trabzon on April 11, all historic churches and synagogues could risk being converted into mosques. The sad story is this: Responding to the application of the General Directorate of Pious Foundations, the government body responsible for most of the country’s historic mosques and relics, a Turkish judge decided that Turkey’s Ministry of Culture and Tourism has been in a position of an “illegal occupier” for the past 50 years in maintaining the 13th century Church of Hagia Sophia in Trabzon, a city on the Black Sea, as a museum.

Trabzon’s mufti, the Sunni scholar Veysel Caki, said almost immediately after the verdict was read that Hagia Sophia will be converted to a mosque, and will soon be opened to public for Muslim prayers. “During times of prayers, we will close the frescos by curtain,” he said. While Caki denies any ulterior motive in converting the historic churches to mosques, it should be noted that once Turkish courts take this local court decision in Trabzon as a precedent, other historic churches could be in danger. It will all depend whether anyone files a lawsuit, and it’s fair to speculate that the General Directorate of Pious Foundations won’t stop with this one decision in Trabzon.

This sentiment of reliving the glory days of the Ottoman era has started to show its ugly face when it comes to preserving the country’s multi-religious heritage. There is no lack of mosques in Trabzon. According to official numbers, there are 1,917 mosques there. But past Turkish governments aren’t any more innocent when it comes to respecting non-Muslim sites in the country. The Directorate of Religious Affairs has the second largest budget after the military, but it has never spent a penny in taking care of the country’s churches and synagogues.

While there seems to be no outcry from the international community against the Trabzon court’s decision, the Western media gave extensive coverage on Monday (April 15) when an Istanbul court convicted Fazil Say, a world-class concert pianist, to 10 months suspended imprisonment for “insulting the religious values of a part of the population” through messages on his Twitter feed. Orhan Kemal Cengiz, a Turkey Pulse contributor, wrote about it in detail here. Say cited a poem attributed to Omar Khayyam, an 11th century Persian philosopher, where he rhymed: “You say, your rivers will flow full of wine; Is heaven a tavern? You say, you will give every believer two very beautiful women; Is heaven a brothel?” Say continued the tweet with a muse of this poem: “I am not sure whether you have ever realized but wherever there is a lousy, cheap, populist, robber, clown like person — they are all followers of Allah. Is this a paradox?” It’s this last sentence the court claims to consider offensive to the country’s majority Muslim population.

Egemen Bagis, Turkey’s chief negotiator with the European Union, defended the court decision: “People like Say should learn to respect our religious values.”

Such statements, and these court decisions, couldn’t be more disappointing for those who want to see Turkey to strengthen its democracy and truly honor the freedom of religion and expression. Riza Turmen, a Republican People’s Party deputy and a former European Court of Human Rights (ECHR) judge, explains the problem with such a mentality and these court decisions.

“Freedom of religion and conscience encapsulates not only the believer but also the non-believers. Some words could shock a segment of the society,” he said. “Yet criticizing a religion is also considered as part of the freedom of religion and conscience…If this court decision goes to ECHR, it will certainly be overturned.”

To read the article click here.

__________________________________________________________________________________________

Hakimden Tarihe ‘sıkma baş’ notu / Judge notes “headscarf”

18/04/2013 Yorumlar kapalı

18.04.2013, Radikal

Summary in English below.

Avukat Nuray Ekşi, Danıştay’ın başörtü şerhini kaldırmasının ardından girdiği davada bu kez hakimin uyarısına takıldı. Ekşi için mahkeme tutanağına “Bir kadın avukatın başı örtülü duruşmaya katıldığının tarihe not düşülmesi uygun görülmüştür” şerhi düşüldü.
Başörtüsü sorunu nedeniyle 23 yıldır avukatlık yapmasına rağmen davalara giremeyen avukat Nuray Ekşi, izlediği icra takibi davasında bu kez hakimin uyarısıyla karşılaştı. Bakırköy Adliyesi’nde geçen ay görülen icra davasında Hâkim, ön inceleme tutanağına avukat Ekşi için şerh düştü. Şerhte şu ifadeler yer aldı:
“Her ne kadar davacı vekilinin başının örtülü olduğu, bu örtü biçiminin Anadolu kadınının kullandığı tarz olmayan sıkma baş diye tabir edilen nitelikte olduğu, kadın avukatların başlarının açık olarak duruşmaya katılmaları gerektiği yolundaki kararın Danıştay tarafından iptal edildiğinin haricen bilinmesi nedeniyle mahkememizin herhangi bir müdahale olanağının olmadığı görüldü. Ancak 27/03/2013 günü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir mahkemesinde bir kadın avukatın başı örtülü olarak duruşmaya katıldığının tarihe not olarak düşülmesi gerektiği uygun görülmüştür.”

Ekşi, Hâkimin duruşma öncesinde kendisine olumsuz bir tavır göstermediğini, uyarmadığını söyledi ve yazının tutanağa karşı tarafın avukatını beklerken düşüldüğünü anlattı:
“Karşılaştığımızda tavrı normaldi. Düştüğü notu görünce ‘Tutanağa geçirmek istiyorum, bir şey diyor musunuz?’ dedi. ‘Siz bilirsiniz’ dedim. Ortam gerginleşmesin diye devam ettim. Danıştay’ın kararından sonra duruşmaya ilk kez gitmiştim. Şerhte kırıcı ifade kullanıldı. Üzüldüm ama sonuçta bir şey söylesem mesele uzar diye düşündüm.”
Mezun olduktan dört yıl sonra avukatlık yapmaya başlayan Ekşi, 23 yıllık meslek hayatında genellikle büroda yöneticilik yapmış, İstanbul dışındaki davalara girmiş: “1993-1995’e kadar duruşmalara giriyorduk. 28 Şubat’tan sonra adliyelerde sıkıntılar yaşanmaya başladı. Normalde avukatların başlarının açık olması gerektiğine dair bir yasa hükmü yok, meslek kuralı ama ortam gerginleşmesin diye çok zorlamadık. Müvekkilerin hakkını kullanıyorsun, ortam gergin, siyasi şartlar da uygun değildi.”

Ekşi dosyanın tarafsız görüleceğine dair kaygılar taşıdığını belirterek şöyle konuştu: “Benim yerime başka bir avukat girse bile dosya mimlendi.”
Ancak Ekşi her şeye rağmen umutlu: “Bir alışma süreci yaşanacak. Hâkimler de yaşayacak, bizler de yaşayacağız. Karşılıklı gardımızı aldık. Ama bu süreç de geçecek.”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Following the Council of State decision to suspend the application of the rule preventing the use of headscarf by female lawyers in court rooms, Nuray Ekşi faced a warning by the judge presiding the case in which she  represents a client at court. The judge asked the secretary to note that “a lawyer wearing the headscarf participated in the hearing”. Ekşi said that she has been a lawyer for 23 years and that until early 90s she did not experience problems with the headscarf. It was later that the rules were strictly applied. With the changes after the Council of State decision that enables female lawyers to participate in trials with the headscarf she feels that it will take some time to adjust to the new situation for some. She also felt, however, that she had concerns about the neutrality of this particular judge now that he had made a note of her headscarf.

_________________________________________________________________________________________

Fazıl Say’dan Hapis Cezasıyla ilgili İlk Açıklama / Statement from Fazıl Say on prison sentence

15/04/2013 Yorumlar kapalı

15.04.2013 Radikal

Summary in English below.

Twitter’da paylaştığı ömer Hayyam dizeleri nedeniyle yargılanan piyanist ve besteci Fazıl Say, 19. Sulh Ceza Mahkemesi’nce bugün açıklanan 10 ay hapis cezasına çarptırılması kararına ilişkin yazılı açıklama yaptı.

Say’ın karar ile ilgili açıklaması şöyle: “Mahkeme sonucu çıkan karar için yurdum adına çok üzgünüm. İfade özgürlüğü açısından hayal kırıklığına uğradım. Hiçbir suçum olmamasına rağmen ceza almış bulunmam şahsımdan çok, Türkiye’deki ifade ve inanç özgürlüğü adına kaygı vericidir.”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Pianist Fazıl Say has been sentenced to 10 months in prison for sharing poet Ömer Hayyam’s poem on his Twitter account [İÖG- based on Turkish Criminal Code 216(3) for denigrating the values of certain segment of the society, his tweet was found to be denigrating Islam]. In his first statement he said that he is sad for Turkey and “concerned for freedom of expression and freedom of belief in Turkey”.

__________________________________________________________________________________________

 

 

 

 

İnsan Hakları Savunucusu Erdal Doğan’a Yönelik Tehdit Kaygı Veriyor / Concern over the Death Threat Against Human Rights Defender Erdal Doğan

11/04/2013 Yorumlar kapalı

In English below.

11.04.2013, Norveç Helsinki Komitesi: İnanç Özgürlüğü Girişimi Projesi

 

  Oslo, Istanbul 11 Nisan 2013

Norveç Helsinki Komitesi: İnanç Özgürlüğü Girişimi, Avukat Erdal Doğan’a yönelik ölüm tehdidinden ötürü kaygı duymaktadır. Erdal Doğan, 18 Nisan 2007’de Malatya’da üç Hristiyan’ın öldürülmesine ilişkin Zirve/Malatya davasında müdahil avukattır. Sanıklardan Varol Bülent Aral, 8 Mart 2013 tarihli duruşmada Erdal Doğan’ı ölümle tehdit etmiştir.

Kamu görevlilerini Erdal Doğan için koruma sağlamaya ve emniyetini güvence altına almak için gerekli tedbirleri almaya çağırıyoruz. 

Erdal Doğan’ın 10 Mart 2013 tarihli açıklaması şöyle:

“Bu davadan dolayı aldığım ilk tehdit değil. Fakat bu tehditin diğerlerinden oldukça farklı ve yakın tehlikesi oluşmuş gibi. Tehdidi ve dışarıya mesajı veren sanık Varol Bülent Aral …”

Zirve/Malatya davasının, 19 Ocak 2007’de öldürülen Hrant Dink cinayetinin arkasındaki benzer kişi ve oluşumlara işaret ediyor olması tehdidi ciddiye almak için önemli bir neden.  İddianamede her iki suç da, aynı suç ağının eylemleri olarak gösterilmektedir. Söz konusu suç ağı, Zirve/Malatya davasında müdahil avukat Erdal Doğan’ı, suç ağına katılmış kişileri açığa çıkaran önemli bir unsur olarak görüyor olabilir. Erdal Doğan gerek mahkemede gerekse kamuya yaptığı açıklamalarda istihbarat görevlilerinden suç ağına ilişkin tüm bilgileri sağlamalarına yönelik talepte bulunmuştur.

Hatırlanacağı gibi Malatya’da üç Hristiyan’ın öldürülmesine ilişkin Zirve/ Malatya davasıyla ilgili olarak beş genç cinayeti itiraf etmiş ve tutuklanmıştır. Ancak soruşturma devam etmektedir ve birçok kişi cinayetin bir grup gencin ötesinde, “derin devlet” diye adlandırılan bir oluşumun eylemi olduğuna inanmaktadır.

Erdal Doğan, Zirve/Malatya davası ve Hrant Dink de dahil olmak üzere Agos Gazetesi editörlerinin davalarının yanı sıra birçok insan hakları davasında çalışmış bir insan hakları savunucusudur.   Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne “37-37 Dersim” başlıklı bir dosya başvurusu yapmıştır. İstanbul Barosu’nda Sanık Hakları ve Ceza Davaları hakkında düzenli olarak ders vermektedir

 

Gunnar M. Ekeløve-Slydal                                                Mine Yıldırım

Genel Sekreter Yardımcısı                                                Proje Yöneticisi
İnanç Özgürlüğü Girişimi
İnanç Özgürlüğü Girişimi Türkiye’de herkes için düşünce, vicdan, din veya inanç özgürlüğünün korunmasının iyileştirilmesi amacına sahip bir insan hakları projesidir.

Norveç Helsinki Komitesi Websitesi: www.nhc.no

İnanç Özgürlüğü Girişimi Projesi Websitesi: www.inancozgurlugugirisimi.com

Oslo, Istanbul, 11 April 2013

The Norwegian Helsinki Committee: Freedom of Belief Initiative is concerned about the death threat against Mr. Erdal Doğan, who is a legal counsel for the victims in the Zirve/Malatya trial concerning the killing of three Christians on 18 April 2007 in Malatya, South Eastern Turkey. A defendant, Varol Bülent Aral, in the trial threatened Erdal Doğan during the hearing on 8 March 2013.

­   By this letter, we call on Turkish authorities to take all necessary measures to provide protection and ensure the safety of Mr. Doğan.

According to a statement by Mr. Doğan of March 10, “This is not the first threat I have received as a result of this case. But this one is significantly different from the other ones and seemed to be an imminent danger. The suspect who gave the threat and message to the outside world, [is] Varol Bülent Aral, …”

A reason to take the threat serious is that the the Zirve/Malatya case points to the same circles of people that was behind the murder of Hrant Dink, the Turkish Armenian editor killed on 19 January 2007. In the indictment, both cases are seen as actions of the same criminal network. This network may see Mr Doğan, representing the victims in the Zirve/Malatya case, as a driving force in exposing people involved in the network. Both in the court room and in public Mr Doğan has made requests for intelligence services to provide all information they have about the network.

The Zirve/Malatya trial concerns murder of three missionaries, German citizen Tillman Geske and Turkish citizens Necati Aydın and Uğur Yüksel. They were tied up and tortured before their throats were slit at the Zirve Publishing House on April 18, 2007.

Five young men confessed to the murder and were arrested for the crime. However, authorities have continued to investigate the case, which is believed by many to be an act of the “deep state,” rather than a group of independent fanatics.

Erdal Doğan is a human rights defender who has worked as a lawyer in, among others, the Zirve/Malatya case, and numerous cases of Hrant Dink and editors of Agos newspaper. He also submitted a file entitled “37-38 Dersim” to the International Criminal Court. He regularly teaches at the Istanbul Bar on the rights of the accused and criminal litigation.

 

Gunnar M. Ekeløve-Slydal                                                Mine Yıldırım

Deputy Secretary General                                                 Head of project
Freedom of Belief Initiative
Norwegian Helsinki  Committee

Freedom of Belief Initiative is a human rights project which aims to improve the protection of the right to freedom of thought, conscience, religion or belief for all in Turkey.

 

The website of the Norwegian Helsinki Committee: www.nhc.no

The website of the Freedom of Belief Initiative project: www.inancozgurlugugirisimi.com

 

_________________________________________________________________________________________

Mor Gabiyel Manastırı için İmza Kapanyası / Campaign for Mor Gabriel Monastery

09/04/2013 Yorumlar kapalı

http://www.beraberbuyudukbuulkede.com

A petition campaign has been started by the Syriac Sabro newspaper to stand up against the court decisions that view the Monastery as “occupant” rather than the rightful owner of the land it has used for centuries. Visit the website to join the petition campaign.

Türkiye Süryanilerin vatanıdır ve Mor Gabriel Manastırı İşgalci Değildir

Süryani halkı, Mezopotamya toprakları üzerinde binlerce yıldan beri bütün zorluklara ve kayıplara rağmen varlığını korumuştur. Kurduğu uygarlıklar beşeriyete hizmet etmiştir. Hıristiyanlığın doğuşuyla beraber Hazret-i İsa’nın inancını kabul ederek bu inancın gereğini yerine getirmek için kiliseler ve manastırlar inşa etmiştir. Bu ibadet merkezleri etrafında birliğini güçlendirerek Süryanice eğitimi yapmış ve bilim okulları geliştirmiştir. M.S 397 yılında kurulan Mor Gabriel Manastırında da diğer kilise ve manastırlarda olduğu gibi binlerce bilim insanı ve dinî lider yetişmiştir. Bu anlamda Mor Gabriel Manastırı dinî bir merkez olduğu kadar tarih içerisinde bir üniversite niteliğindedir. Mor Gabriel Manastırı, sahip olduğu bu misyon nedeniyle, Süryaniler için İkinci Kudüs’tür.

Mor Gabriel Manastırı tarih boyunca çok defa saldırıya maruz kalmıştır. Son yıllarda da Manastır, Hazine ile Orman Bakanlığı, diğer taraftan çevredeki bazı Müslüman köylerinin açtıkları davalarla yeniden gündeme gelmiştir. Bu durum, Süryanileri kaygılandırmış ve hayal kırıklığına uğratmıştır. Yüzlerce yıldan beri sahip olduğu toprakları elinden almak için açılan davalar, bir bir manastır aleyhine sonuçlanmıştır. Ki bu davalarda biri, bazı çevre köylerinin Hazine’ye başvurusu üzerine açılmış ve Midyat yerel mahkemesinin Manastır lehine iki kez karar vermesine rağmen bu kararlar Yargıtay tarafından aleyhte bozulmuş ve 13.06.2012 tarihinde Yargıtay 20. Hukuk Dairesi tarafından sonlandırılmıştır. Bu karar ile Mor Gabriel Manastırı, vergisini düzenli ödediği, kendisine ait olan toprakların işgalcisi ilan edilmiştir. Bize göre Yargıtayın aldığı bu karar, devletin Süryanilere yönelik çifte standartlı yaklaşımını teşhir etmiştir. Çünkü bir yandan Süryanilere vatanınıza dönün çağrısı yapılırken, diğer yandan Süryanilere işgalci, yabancı muamelesi reva görülmektedir.

Oysa “Demokratik Açılım” adı altında başlatılan süreç ve bu çerçevede atılan bazı adımlar Süryanileri de bir beklenti içerisine sokarak umutlandırmıştı. Türkiye’de bazı değişimlerin olabileceği, demokratik ve özgürlükçü bir sisteme dönüşülebileceği Süryaniler arasında tartışılırken, Mor Gabriel Manastırına karşı alınan bu karar bir kez daha güvensizliğe neden olmuştur. Süryaniler kimliklerinin tanımlanmasını, cumhuriyet tarihi boyunca yapılan haksızlıkların giderilmesini ve Lozan Antlaşması Md. 37 ilâ 44’ten kaynaklanan ama gasp edilen haklarının verilmesini beklerken, son Yargıtay kararıyla “size burada yer ve hak yoktur” mesajı ile karşılaşmışlardır.

Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 13.06.2012 tarihinde aldığı kararı ve Süryanilere karşı yapılan haksızlıkları protesto ediyor, kamuoyunu dayanışmaya çağırıyoruz. Türkiye’nin farklı renklerine ve kültürel değerlerine sahip çıkmak, imha ve inkâr politikalarına dur demek, aynı toprağa vatan diyen halkların kardeşliğini pekiştirmek ve demokratik özgürlükçü bir düzeni kurmak hepimizin ihtiyacı ve görevidir. Bu anlamda vatandaşlarımızı Süryanilere ve Mor Gabriel Manastırı’na reva görülen zulme karşı durmaya çağırıyoruz.

Kampanyaya katılmak için tıklayınız.

_________________________________________________________________________________________

Gaziantep Sinagogu Kültür Merkezi Olacak / Gaziantep Sinagog will be used as a cultural centre

09/04/2013 Yorumlar kapalı

03.04.2013, Şalom

Summary in English below.

Gaziantep Düğmeci mahallesinde bulunan Yahudi ailelerinin büyük bir kısmının İstanbul ve İsrail’e göç etmesinin ardından kendi haline bırakılan ve geçtiğimiz sene TC Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmeye başlanan Gaziantep Sinagogu yeniden hayat buldu.

Gaziantep’te bir süre kentte yaşayan Yahudiler tarafından ibadethane olarak kullanılan bina, Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restore edildikten sonra kültürel faaliyetlerde kullanılması amacıyla Gaziantep Üniversitesi’ne devredildi. Eski sinagog binası devir teslim törenine; Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yavuz Coşkun, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Fahrettin Göğüş ve Prof. Dr. Ali Gür, Gaziantep Vakıflar Bölge Müdürü İsa Güven ve çok sayıda öğretim üyesi katıldı.

Gaziantep Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yavuz Coşkun, “Bölge Müdürümüz İsa Güven’e çok teşekkür ediyorum. Buranın üniversitemize devredilmesi konusunda tüm gayretini ortaya koydu” şeklinde konuştu. Vakıflar Bölge Müdürü İsa Güven de “Gaziantep’teki hemen hemen tüm tarihi eserleri restore ettik. Burası geçmiş dönemde havra olarak açılmış, yıkılmıştı, virane şeklindeydi. Eserler boş kalırsa yıkılır, tekrar yok olur. Biz tüm inançlara karşı saygılıyız. Eskiden havra olarak kullanılmış binayı kültür merkezi olarak değerlendirmeyi, bu konuda kültüre yönelik hizmetleri en iyi şekilde yapacak olan da üniversitemiz diye düşündük” dedi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

A sinagog that had been used by the Jewish community when Jews used to live in Gaziantep (Southeast Turkey) has been restored by the Directorate of Foundations and given to the Gaziantep University to be used for cultural activities. Regional Director of Foundations İsa Güven made a statement saying “This building had been established as a sinagog in the past, it was destroyed and desolate. When such buildings remain empty, they will be destroyed again. We respect all beliefs. We thought it best to  use this building- which had been used as a sinagog- for cultural activities.”

_________________________________________________________________________________________

Okullarda Mescit Tartışması / Debate on Mesjid in Schools

01/04/2013 Yorumlar kapalı

1.04.2013, Kanal B

Summary in English below.

Memur Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, “okullar ve kamu kurumlarında mescit açılmalı” dedi, yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi… Memur Sen’in bu teklifine, Eğitim Sen sert tepki gösterdi… “İnanç sistemleri kamu kurumlarının dışında yer almalıdır” diyen Eğitim Sen Yönetim Kurulu üyesi Mustafa Ecevit; bu uygulamanın doğurabileceği sorunlara dikkati çekti…
Memur Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu Bursa’da yaptığı konuşmada, okullarda ve kamu kurumlarında mescit açılmasını istediklerini, namaz kılacak veli, öğretmen, öğrenci ve memurlara mekanların tahsis edilmesinin sosyal devletin görevi olduğunu söyledi…

Eğitim Sen yetkilileri, bu öneriye sert tepki gösterdi.. Onlar inanç sistemlerinin kamu kurumlarının dışında olması gerektiğini savunuyor…

“Bu ülkede farklı inançların bir arada yaşadığı yerde okullarda kamu kurumlarında mescitti havraydı kiliseydi bunlara olanak tanınması mümün değildir. İnanç sistemleri kamu kurumlarının dışında yer almalıdır.”

Eğitim Sen Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Ecevit, önerinin birliği zedeleyecek bir uygulama olduğunu ifade etti..

“İnançların açığa vurulduğu yerde birlik olmaz artık çatışma olur birinin ötekine dayatması olur. Bu son derece gelecekte birliği zedeleyecek davranıştır.”

Ecevit, önerinin gelecekteki yansımalarına da dikkati çekti…
“Bir sünniyle bir alevinin bir arada olduğunda bir aleviyle bir yezidinin aynı yerde olduğunda bunların birbiriyle anlaşabilmelerinin olanağı kalmayacaktır. Hakim olan anlayışın diğerine dayatmada bulunması ileride çok büyük toplumsal sorunlara yol açacaktır.”

Ecevit, laikliğe de vurgu yaptı..
“Eğitim tamamıyla laik olmalıdır devlet laik olmalıdır. Bu da devletin inanç sistemlerine karşı bağımsız olmasını tarafsız olmasını müdahaleci olmamasını gerektirir…”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Head of Memur-Sen (a Union of Public Servants) has made a statement saying that the state has an obligation to ensure that there are facilities for Islamic prayer rituals (namaz) in public institutions, including schools. Eğitim-Sen (another Union of Public Servants) opposed this proposal saying that where there is room for manifesting religion it is not possible to have unity, and that an imposition by the dominant position will lead to great social problems. He added that education must be secular and the state should be impartial toward beliefs and should refrain from any kind of interference.

__________________________________________________________________________________________

Gökçeada’ya Rum okulu müjdesi / Good News About Greek School in Gökçeada

01/04/2013 Yorumlar kapalı

29.03.2013, Radikal

Summary in English below.

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Gökçeada’da Rum azınlık okulunun açılması talebinin onaylandığını bildirdi. Anadolu Ajansı’na açıklama yapan Avcı, Gökçeada’da 1951’de faaliyete başlayan Rum azınlık okulunun 1964’te ‘kurucu isteği doğrultusunda’ kapatıldığını hatırlattı. Başvuru üzerine aynı binada Rum azınlık okulu açılması talebinin bakanlık tarafından onaylandığını belirten Avcı, dün itibariyle Özel Gökçeada Rum İlkokuluna açılış izni verdiklerini söyledi. Böylece Türkiye ’de 49 yıl sonra ilk kez yeni bir Rum okulunun açılmasına yeşil ışık yakılmış oldu. 1964 yılında Rumlar, İsmet İnönü’nün çıkardığı bir kararname ile Türkiye’den gönderildiğinde Gökçeada’daki okul da kapatılmıştı. Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, kararla ilgili “Çok heyecanlıyım” dedi.

Adada 300’e yakın Rum yaşadığını belirten Vingas, “Bazı eski Gökçeadalı aileler dönmek istiyorlardı. Biz de 2.5 senedir uğraşıyorduk. Gökçeadalı Rumların o adanın asli unsurları oldukları kanıtlanmış oldu. Artık sadakatle bağlı oldukları adalarında bir gelecek yaratıp çocuklarını eğitecek bir altyapıya kavuşmuş oldular” diye konuştu. İlk aşamada 8-10 arası çocuğun eğitime başlayabileceğini ifade eden Vingas, “Müdürü ve kurucusu var, öğretmenler de bulunacak. Elli yıllık tabuları ve ayıpları hep birlikte kaldırıyoruz. Bundan sonrası çok önemli değil. Bu sürece katkıda bulunan herkese çok teşekkür ederim” dedi. Bu arada 2011’den bugüne İstanbul ’daki Rum azınlık okullarından üçü ilköğretim okulu, biri de lise olmak üzere toplam dört Rum okulu, kurucularının istekleri doğrultusunda Milli Eğitim Bakanlığı ’nca kapatıldı. Bakanlığın azınlıklara ait okulların kendi istekleri doğrultusunda açılması veya kapatılması yönünde gelen talepleri önemle değerlendirdiği belirtildi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Education Minister Nabi Avci said the Education Ministry has given permission to the Greek community to reopen a primary school on Gokceada Island on the Aegean Sea off the coast of Canakkale province. Avci also said that the school which had been opened on Gokceada in 1951 was closed in 1964 upon the will of the founder. “Now, upon an application, the Ministry accepted the demand to re-open the school in the same building. The Private Gokceada Greek Elementary School was allowed to be opened as of today,” Avci added. Touching on the issue, representative of minority foundations Laki Vingas said that even if 10 students attended the school, it would be hope for the future.

_________________________________________________________________________________________

 

 

Can the New Pope Restore the Church?

26/03/2013 Yorumlar kapalı

14.03.2013, Erdal Doğan – unofficial translation of the article “Yeni Papa Kiliseyi Onarabilecek mi?” published in Demokrat News website

Erdal Doğan / Demokrat News

I know the first thought that some of you are thinking as soon as you see the title of this article:  where did this Pope article come from?   Have you sat down and caught the heated agenda of the central media and now are writing tabloid news?   We know, the old one resigned, the new one chosen is from Argentina, its all said and done, great.  So why the article?   What do we have to do with the Pope?

Especially where it is constantly shouted at us “We are a 99% Muslim country,” seriously, what do we have to do with the Pope?  You sat down and composed this writing.

Is this your job, or your concern?   Or is it both?

No, it is not that way at all.   The Pope, being not only the spiritual leader of the Vatican, but also having a position as a political leader concerns not only 1.2 billion Catholics of the world.   Even if it only affects them directly, it clearly affects us.   But our connection is not that indirect; because the Pope absolutely and directly involves us, there is a lot of news and commentary on the Pope in Turkey.     Especially after his selection, the content of his politics overwhelmingly concerns our country.

Before everything else our country Anatolia, rightfully so, is very important to every spiritual Christian as the place where Christianity first spread and developed.

If there had not been an ethnic cleansing of the İttihatçı (Committee for Union and Progress)  in the last century, an important majority of our country would have remained Christian.

It is unclear whether it is for those reasons or other reasons,  but the political and religious leader of Catholics who make up a very small percentage of the very few Christians in the country, the Pope, in the past has, now does and in the future will continue to affect the agenda in Turkey heavily.  For example his attitude with regard to the political and spiritual undulations, as well as other social incidents, even if only known through the media, continues to be a deep concern in Turkey’s agenda just as much as other countries .

The incidents I will give below, along with the Catholic Church’s attitude or silence about them, along with the changes at the Vatican, are more than foreign news.   They are a direct concern for our country.

As is known, the ones who choose the Pope serve in their positions throughout their entire life.

Throughout my lifetime this is the third Pope I have known to sit in the Papal throne.

I know him, of course, not personally, just from the press.

The first pope I saw on the media, as those my age will remember, was Pope John Paul II.  On May 13, 1981, he was saved from an assassination attempt and as a result was permanently etched in my mind through the black and white images on TRT.  He will always be remembered.

Maybe some of us are different for we remember these scenes with shame.

Our shame had one basic reason.

Part of that shame were the claims that the person who tried to commit the murder was a Turk, one trained as a counter guerilla by the Special Military Division.

The individual who tried to kill the Pope was involved in the killing of Abdi Ipekci in Istanbul on Feb 1, 1979.  He was captured and spent some time in the Malatya Military Prison.  He was taken from the prison by the military and several years later tried to kill the Pope.

It’s as if having murderers in our country is not enough, we export murderers to Europe.

Those were the cold war years with all its destruction.

When the thought of the Pope being a victim is looked at now, it brings that polarized world into sharper focus.  Yet for that world it was just a basic detail.

Those were years that, whoever you were, you were not exempt from the war.

In fact this “detail issue” was something our country does not find foreign, when one thinks of internal political style.

The assassination attempt on Pope John Paul II was an action that like other actions produced far more than it aimed for.

In the end the goal of manipulating the sense of the public opinion was successfully completed.

The triggerman that the true instigators chose and his identity were all successfully covered over for years by the network of relationships they had placed him in before the assassination, along with the plan for the assassination attempt and the planners.

Pope John Paul II, who was saved from this dirty and bloody game and this layered curtain, I suppose, ought to have understood how he can sacrifice himself  and the political focal points that he considered friends; in later years it can be said that the religious and political approach to the world became different.

The Pope after him, German Pope Benedict XVI did not have a long papal adventure.

Because, despite not having poor health, he became the second Pope in history to submit his resignation and step down from his post.

Besides Pope Benedict XVI’s attitude toward a couple incidents, the thing that caught my attention was the action he could be most criticized for:  his lack of response and silence while the religious men who work for the Vatican in Turkey were being targeted by Ergenekon in the years 2004-2011.

Of course the systematically carried out incidents were not only targeting Catholic religious men.

At the same time even more, hundreds, of terrorist actions were carried out against Orthodox Armenian and Greeks as well as Protestant Christians.

In the face of all of this the silence of Pope Benedict was something I could not understand.

Even if I had some things to gain, because there was a need for concrete support for accusations that could be proven, I stayed away from saying anything.   I still want to stay away.

If it is necessary to write about the attacks against Catholic congregations in Turkey during this time:

For example; If we only give examples of Catholic religious men, in 2004 the Santa Maria Church priest was beaten into a coma and after he recovered resigned from his post and returned to Italy.  The investigation still stands as an ‘unresolved case.”  Italian Father Santoro, who took the place of the beaten priest who returned to his home country, while praying in the rear of the church,  was shot to death with one bullet from a very hard to find gun, a glock.   After this professional murder, despite the eyewitnesses who said they saw more than one person, that the murderers arm and voice did not resemble a child’s, the case was closed and the guilt placed upon a myopic 15 year old boy who had never picked up a gun.

Right after this, at the same time, February 2006, a group of young men armed with knives beat up and threated to kill an Italian Catholic priest

In the years that followed other things came out that should be judged.  On March 3,4, 2003 at the 1st Army Headquarters in a Balyoz (Sledgehammer) action plan seminar document just like the Santa Maria Church in Trabzon incident there was a list of other Catholic religious men targeted for assassination.  One was the Vatican Embassy Istanbul Representative and Spiritual Spokesman for the Catholic Fellowships Georges Marovitch, who on July 24, 2007 was pushed in front of a moving train.  Because of this incident Catholic priest Marovitch had broken ribs and internal injuries;  he was bound to a bed and wheelchair for the next 5 years of his life.  Unfortunately he lost his battle and died in his beloved Istanbul on March 22, 2012.  .

On December 18, 2007 the Izmir Saint Antoine Priest Father Adriano Francini, was stabbed and wounded.   The perpetrator who wounded the priest was later captured with the crime instrument but was released after investigation.   The most important discussion about this in the Turkish public was whether this was done because of hate.   Later this incident fell off the radar and was forgotten.

The last attack was more tragic.  In the Iskendurun province, in the city of Hatay, bishop Luigi Padovese was the Anatolian Papal Repesentative.   A few days before Pope Benedict XVI’s visit to Cyprus, Luigi got into an argument with his personal chauffeur, Murat Altun, about his role in a possible assassination attempt on the Pope.  As a result he was repeatedly stabbed and killed by Murat.  Again, unfortunately, this case, just like the other ones, was not taken into consideration by the Vatican.

Father Adriano Francini, who had also been stabbed and now took over Padovese’s position, went to the Vatican shortly after this incident and requested them to take more responsibility for him in Turkey.  Unfortunately this request, which contained some criticism, did not receive a concrete response.  Padovese’s murder case was not alone; the general Turkish justice practice was followed, unless a murder requires serious legal investigation, the defendant’s unjust incitement defense was found to be correct and the case quickly ended.

If you think the previous Pope’s and the Vatican’s disinterest is simply with regard to these kind of life threatening incidents, you are wrong.  The Latin Catholic population in Turkey for hundreds of years has lived with a painful truth; forget about Turkish Republic status,  they have not had any legal citizenship status of any kind.  This situation is not bound simply to citizenship either.  When it comes to this group’s churches as well as other institutions connected with the group’s property and the foreigner’s lack of legal status, just like the condition of other minorities, they have continued this existence the length of the Turkish republic’s history.   Just like the other minorities, in fact even worse, this group for over 1500 years has given the best service to Turkish citizens through their schools and hospitals – all while continuing in this condition.

To remain a spectator of all of these things cannot be explained by spiritual reasons; these incidents can be understood with just some standard logic.  What needs to be explained is certainly those balances that are trying to be established whether they be political or whatever.  The Vatican’s silence and unwillingness to care for their own concerns does not only affect the Catholic world in Turkey;  it affects the other minorities and even those Turkish citizens who are not minorities in a deep way.

Because crimes committed against humanity do not just affect the victim and their nearest relatives.   Bit by bit, from near to far, it affects all of the human family.

Since Pope Benedict  XVI’s apparent resignation reasons are not satisfactory to most, whether the true reasons will become clear in future years and will be investigated or not is impossible to say now.

A LITTLE MERCY WILL MAKE THE WORLD WARMER, MORE JUST”

As is known after the resignation the Catholic world’s new spiritual leader was selected.   He is the 266th Pope chosen, the Buenos Aires Bishop Cardinal Jorge Mario Bergoglio.  With this choice, even if he is ethnically Italian, this is the first time a non-European Pope, on top of that a South American Pope, was chosen.  When Cardinal Bergoglio was chosen as Pope, he chose Francis I as his name.  He then as is tradition went out on the balcony of St. Peter’s Basilica and made a plain, humble speech to the ten thousands gathered there.

But the world news agencies did not delay in getting the claims about him out into the flow of information.

Among these and the one that will most likely cause him the most problem are the claims that he adopted a supportive attitude of those who support a military coup in Argentina, his home country.

Human rights organizations and especially Plaza de Mayo Mothers and Grandmothers, the group our Turkish Republic’s Saturday Mothers learned from, have specifically blamed the newly chosen Pope of being in cooperation with the dictators during the coup time period.

The incident that those who blame the Pope claims support their accusations, although the Pope vigorously denies, is the following:  New Pope Francis I, two years ago during the dictator time period, at the court case for the ESMA (Equipment Technical School), which had been turned into a torture chamber, came and gave witness.  Several coup victims accused him of being the reason that they were arrested and tortured for months because of the first Jesuit Pope’s refusal of protection.
But this incident which they accused the Pope over actually occurred this way:  During the coup period, Pope Francis sat on the Jesuit’s highest position.  Churches in the slum areas under his control had an arm of service to the poor and Francisco Jales and Orlandio Yorio worked for this ministry arm.  Their request for asylum was denied by the Pope who knowingly placed them in the arms of those running the coup.   While Pope Francis was a Cardinal, he rejected these claims vigorously.  The Vatican’s explanations after he was chosen as Pope are along the same line.

So while the world’s news agencies are making this known, from Argentina’s continent and political solidarity partner Venezuela, comes a different statement.  It comes from Nicolas Maduro, the state minister representative who stepped into Chavez’s position as minister temporarily but at the first election who looks like he will easily take the position permanently.

Marduro, after the white smoke appears out of the chimney of the Sistine Chapel, in a speech, tells how Hugo Chavez, from heaven, supported the new pope.   This is what he said:   “There, a new hand that arrived in heaven was instrumental in the selection of a new South American Pope.  Jesus said “it is the South American’s time.” 

The new Pope’s name comes from Saint Francis of Assisi.  He was a saint who believed that Jesus gave him the mission of repairing the church.  Saint Francis at the same time was known for his humility, poverty and spirituality and as the protector saint of Italy.  Saint Francis’s name being chosen by the Italian national, but Argentine Pope is seen as very meaningful.   The new Pope, I believe, has already given several messages.  Another important aspect of the new Pope is what he did in Buenos Aires, the capital of Argentina, on April 24, 2006.  He made a personal call to Turkey at a ceremony to honor the victims, he made a call for Turkey to recognize the Armenian ethnic cleansing.

With this call, the new Pope raises a new concern about whether he will not only be the1.2 billion Catholic world’s spiritual leader but whether he will continue as the head of the Vatican State, which has State Observer status at the United Nations.

This is now pretty long for a column but with regard to the Pope and his effects, this article, which could still be called short, really wonders whether the Pope will repair the church or not, and whether he will adopt an attitude of support for human rights law or not.  Because rightfully all the oppressed peoples who have suffered destruction or are still facing it would love to see the Pope standing with them.

“I WANT A CHURCH THAT WORKS FOR THE POOR”

While wondering whether the Pope really can carry out his mission and while ready to end this article, I came across this statement by the Pope made on March 17, 2013:  “Many suggested I take the name “Adriano” in order for me to be a true reformer Some wanted me to take the name Clement XV.  When it was clear that I was chosen my friend Claudio Hummes hugged me and said “Don’t you dare forget the poor.”  At that moment Saint Francis, who dedicated himself to the poor and to peace came to my mind.  I want a church for the poor, that works for the poor.  A little mercy will change the world.  It will make the world warmer and more just.”

This statement is enough to explain why above we were talking about the Pope’s name being significant.  We will see later in his actions whether his true motive will be carried out or not.

_________________________________________________________________________________________

Yeni Papa Kiliseyi Onarabilecek mi?

26/03/2013 Yorumlar kapalı

17.03.2013, Erdal Doğan / Demokrat Haber

Şimdi bazılarınızın daha bu yazının başlığını görür görmez aklından geçireceği sanırım ilk düşünce; kardeşim nerden çıktı bu Papa yazısı? Sen de oturup merkez medyavari sıcak gündemi yakalayıp magaziner yazılara mı başladın? Tamam eskisi istifa etti. Yenisi de Arjantin’den seçildi, oldu da bitti maşallah, artık bu neyin yazısıdır? Bizim Papa ile artık ne işimiz olur?

Hele ki nüfusu ‘%99 müslüman’ vurgusu ile altı kalın çizile çizile, bağır bağıra vurgulanan bir ülkede, Papa ile ne işimiz olur ? Sen de oturup yazı döşenmişsin.

İşin mi yok derdin mi? Yoksa her ikisi de mi?

Halbuki hiç öyle değil, Papa Vatikan Devleti’nin ruhani lideri olmasının yanı sıra siyasal konumlanışı itibarıyla yalnız Dünyadaki 1.2 milyarlık Katolik nüfusu ilgilendirmiyor. Yalnız onları dahi ilgilendirse dolaylı yoldan bizi de ilgilendirdiği açık. Fakat bizim ülkemizi o kadar dolaylı değil basbayağı doğrudan ilgilendirdiği için ülkemizde de Papa’lık ile ilgili haber ve yorumlar fazlasıyla yer bulur. Özellikle seçim sonrasının yeni politikalarının ne olacağı konusunu da içerdiğinden bizim ülkemizi de fazlasıyla ilgilendirmektedir.

Her şeyden önce ülkemiz Anadolu, Hıristiyanlığın yayılıp, geliştiği en eski coğrafya olarak tüm ruhani Hıristiyan dünyası için haklı olarak çok önemlidir.

İttihatçıların geçen yüzyılda soykırımları olmamış olsaydı, günümüz nüfusunun çok önemli bir çoğunluğu Hristiyan olarak varlığını devam ettirecekti.

O nedenle mi yoksa başka nedenler ile mi bilinmez ama Türkiye’de kalan çok az bir Hıristiyan nüfusun çok az bir kesimini oluşturan Katolik nüfusun bağlı olduğu ruhani ve siyasi lider Papa ile Türkiye’nin gelmiş, geçmiş hatta gelecek gündemi aslında fazlasıyla yoğunluk oluşturmuş veya oluşturacaktır. Mesela Vatikan’daki siyasal, ruhani dalgalanmalar ve toplumsal olaylar karşısındaki tutum, medya kanalıyla da olsa en az diğer ülkeler kadar Türkiye’nin de gündemini yakından ilgilendirmiştir.

Aşağıda vereceğim bazı olaylar ve bu olaylar karşısındaki Katolik Dünyası’nın ana kilisesinin tavrı veya suskunluğu ile buna bağlı olarak Vatikan’daki değişimler bir dış haber konusu olmaktan öte doğrudan ülkemizi de ilgilendiregelmiştir.

Bilineceği üzere Papa ya da Patrik seçilenler ömürlerinin sonuna kadar o görevde kalıp görevlerini ifa ederler.

Ben yaşım itibariyle şu ana kadar Papa’lık koltuğuna oturabilmiş 3. Papa’yı tanımış oldum.

Papa XVI. Benedict’in birçok olay karşısındaki tutumunun dışında benim dikkatimi çeken en eleştirisel davranışı; Türkiye’ de Vatikan’a bağlı görev yapan din adamlarının 2004-2011 yılları arasında Ergenekon’un hedefinde iken sessizliği ve tepkisizliğiydi.

Elbette bu dönemde sistematik olarak gerçekleştirilen eylemler yalnız Katolik din adamlarına yönelik olarak gerçekleştirilmedi.

Aynı dönemde Ortodoks Ermeni ve Rumlar ile Protestan Hristiyanlara yönelik daha fazla, yüzlerce tedhiş eylemi gerçekleştirildi.

Tüm bunlara yönelik Papa XVI. Benedict’in sessizliğini sürekli korumuş olmasına hiçbir zaman anlam verememişimdir.

Bazı çıkarımlarım olmuşsa da ispatlanabilir somut dayanaklara ihtiyaç duyduğundan seslendirmekten hep uzak durdum. Şimdi de durmak isterim.

Bu dönemde Türkiye’deki Katolik Hristiyan cemaatine yönelik saldırılardan birkaç örneği sıralamak gerekirse;

Mesela; Yalnızca Katolik din adamlarından örnek verirsek 2004 yılında Trabzon’daki Santa Maria Kilisesi Rahibinin komalık edilircesine dövülmesi, sonrasında da görevini bırakarak İtalya’ya geri dönmesi ile ilgili soruşturma öylece “faili meçhul” biçimde kalakaldı. Dövülen rahibin memleketine gitmesi sonucu O’nun yerine gönderilen İtalyan Rahip Santoro, 5 Şubat 2006 tarihinde Kilisesinde arka sıraların birinde dua ederken, bulunması çok zor bir silah olan glock marka suikast tabancası ile tek atışla vurularak öldürülmüştü. Bu profesyonel cinayetten sonra görgü tanıklarının birden çok kişiyi gördüklerini, ayrıca Santoro’yu vuran kişiyi görenin katilin ne kolu ne de sesinin bir çocuk sesine benzemediğini ısrarla söylemesi rağmen; tüm cinayet olayı eline daha önce silah almamış 15 yaşındaki miyop bir çocuk üzerinde inşa edilerek kapatıldı.

Hemen ardından aynı tarihte yani Şubat 2006 tarihinde İzmir’de bir grup genç bıçakla Katolik İtalyan bir rahibi hem dövmüş hem de ölümle tehdit etmişlerdi.

Daha sonraki yıllarda ortaya çıkan ve yargılaması gerçekleştirilen 3-4 Mart 2003 tarihindeki 1.Ordu karargahında yapılan Balyoz eylem planı seminer belgelerinde aynen Trabzon’daki Santa Maria Kilisesine yönelik eylemler gibi hakkında suikast yapılacak Katolik din adamları listesinde yer alan Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul temsilcisi ve Türkiye Katolik Cemaatleri Ruhani Kurulu sözcüsü Georges Marovitch 24 Temmuz 2007 tarihinde tren istasyonunda kendi deyimiyle adeta itilerek hareket eden trenin önüne atıldı. Bu olay sonrası kaburgaları kırılan ve iç organları zarar gören Katolik Rahip Marovitch, yaklaşık 5 yıl boyunca yatağa ve tekerlekli sandalyeye bağlı kalarak yaşam savaşı vermeye çalıştı. Ne yazık ki bu savaşı 22 Mart 2012 tarihinde o çok sevdiği İstanbul’da kaybetti.

18 Aralık 2007 tarihinde ise İzmir’deki Saint Antuan Kilisesi’nin rahibi Adriano Francini, uğradığı bıçaklı saldırı sonucu yaralandı. Rahibi yaralayan zanlı bir süre sonra suç aletiyle birlikte yakalandı fakat soruşturma bu şekilde bırakıldı. Bu konuda Türkiye kamuoyundaki en derin tartışma ise bu olayın bir nefret saikiyle işlenmiş olacağıydı. Daha sonra bu olay hiç gündeme gelmeden unutulup gitti.

En sonuncu saldırı ise daha da trajikti. Hatay’ın İskenderun ilçesinde Papalık Anadolu Temsilcisi Piskopos Luigi Padovese, Papa XVI. Benedict’in Kıbrıs ziyaretinden birkaç gün öncesinde yanında 4,5 yıl şoförlüğünü yapan Murat Altun’un Papa’ya suikast hazırlığı içinde olduğu iddiaları arasında kendisi ile tartışması sonucu bu kişi tarafından 3 Haziran 2010 tarihinde evinin bahçesinde karnından defalarca bıçaklanarak katledilmişti. Davaya ne yazık ki diğerleri gibi Vatikan’dan hiçbir sahiplenme olmadı.

Daha önce kendisi de bıçaklanan ve Padovese’nin katledilmesinden hemen sonra onun görevini üstlenen Rahip Adriano Francini bu olaydan kısa bir süre sonra Vatikan’a gittiğinde Türkiye’de kendilerine sahip çıkılması yönünde çağrıda bulunmuştu. Ne yazık ki sitem de içeren bu çağrıya Vatikan’dan somut bir karşılık gelmemişti. Padovese’nin cinayet davası ise öksüz bırakılmakla kalmamış, genel Türk yargı pratiği cinayeti derinlemesine kovuşturma gereği duymadan, sanığın haksız tahrik savunmasını haklı bularak davayı alelacele sonuçlandırmıştı.

Eski Papa’nın ve Vatikan’ın bu kayıtsızlığının yalnızca bu tür hayata kast eden olaylar karşısında olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Yüzyıllardır Türkiye’de yaşayan Latin Katolik nüfusun Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığı statüsünde bırakın eşit vatandaşlık statüsünü, bir vatandaş olarak statüsel varlık yeri dahi bulamadıkları acı ama gerçektir. Bu durum yalnız vatandaşlık hali ile sınırlı da değildir. Bu cemaatin kilise ve cemaatlerine ait kurum gayrimenkullerin hukuksal statüsüzlüğüne dair garabetlik hali diğer azınlık kesimlerine benzer biçimde Cumhuriyet tarihi boyunca öylece varlığını sürdürmüştür. Diğer azınlıklardakine benzer biçimde -hatta daha feci biçimde- bu cemaate ait kurumlar yaklaşık 1,5 asırdan beri hastane ve okullarla milyonlarca Türk vatandaşına en iyi hizmeti verirken bu haldedir!

Tüm bunlara seyirci kalınmasının ruhani gerekçelerle açıklanamayacağı, standart bir akıl yürütme ile bile anlaşılabilir. Açıklamaya muhtaç olanın; siyasal veya her nasıl oluyorsa kurulmaya çalışılan o dengeler olduğu muhakkaktır. Vatikan’ın bu konudaki sessizliği ve sahip çıkmayışı yalnız Türkiye’deki Katolik dünyasını etkilemiyor, diğer azınlıkları hatta azınlık olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kaderini de çok yakından etkiliyor.

Çünkü her insanlığa karşı işlenmiş bir suçta mağdur, yalnız kurban ve yakın çevresi değildir. Dalga dalga en yakınından en uzağa tüm insanlık ailesidir.

Papa XVI. Benedikct’in görünürdeki istifa nedenleri çoğu kesimi tatmin etmediğinden gerçek istifa nedenlerinin daha sonraki yıllarda çokça gündeme geleceğini ve irdeleneceğini şimdiden kestirmek zor değil.

BİRAZ MERHAMET DÜNYAYI DAHA SICAK VE ADİL YAPAR”

Bilindiği üzere bu istifadan sonra Katolik Dünyasının yeni ruhani lideri, 266. Papa’sı olarak Buenos Aires Başpiskoposu Kardinal Jorge Mario Bergoglio seçildi. Bu seçimle her ne kadar İtalyan asıllı da olsa Avrupa dışında ilk kez bir Kardinal üstelik Güney Amerikalı bir Kardinal Papa seçildi. Kardinal Bergoglio Papa seçilince kendisine I.Francesco ismini aldıktan sonra geleneksel olarak Saint Pietro Bazilikası’nın balkonuna çıkarak Saint Pietro Meydan’ında toplanan onbinlerce kişiye sade ve mütevazı içerikteki tarihi konuşmasını yapmıştı.

Fakat çok geçmeden dünya ajansları kendisi hakkındaki iddiaları tüm dünyanın bilgi dolaşımına sürmekte gecikmedi.

Bunlar arasında belki de kendisini en çok zorlayacak iddia ve suçlamalar ülkesi Arjantin’de darbe yanlısı tutumuna takındığı tutuma dair iddialardı.

Arjantin’deki insan hakları kuruluşları ve özellikle bizim Cumartesi annelerinin de feyz aldığı Plaza de Mayo Anneleri ve Büyükanneleri tarafından yeni seçilen Papa’nın darbe döneminde diktatörlerle işbirliği yapmakla suçladılar.

Bu suçlamalara ilişkin şimdiye kadar dayanak gösterdikleri ve Arjantinli Papa’nın ısrarla red ettiği olay ise; Yeni Papa I. Francesco’nun 2 yıl önce, diktatörlük döneminde işkence merkezine çevrilen Donanma Teknik Okulu (ESMA) davasında tanık olarak dinlendiği duruşmada birçok darbe mağduru tarafından iki cizvit papazını korumayı red etmesi üzerine onların gözaltına alınıp aylarca işkence görmelerine sebep olduğu yönündeki suçlamalardı.

Papa’yı suçladıkları bu olay ise şu şekilde gerçekleşmiş: Darbe döneminde cizvitlerin en yüksek makamında bulunan Papa Francesco, korumasındaki gecekondu bölgelerinde kilisenin yoksullara yardım kolunda çalışan Francisco Jalics ve Orlandio Yorio’nun sığınma taleplerine olumsuz yanıt verdiği ve bilerek, papazları darbecilerin kucağına attığı yönündedir. Papa Francesco Kardinal iken kendisine yöneltilen bu suçlamaları ısrarla reddetmiş. Papa seçildikten sonra Vatikan’ın açıklamaları da suçlamaların reddi yönündeydi.

İşte tüm bunlar ajanslardan dünyaya yayılırken öte taraftan Arjantin’in kıta ve siyasi dayanışma komşusu Venezüela’dan farklı bir açıklama geldi. Bu açıklamayı ise solcu Chavez’in ölümünden sonra devlet başkanı vekili olarak onun yerine geçici olarak bakan fakat ilk seçimlerde kuvvetle muhtemel daimi olarak o görevi üstlenecek olan Nicolas Maduro’dan geldi.

Maduro, Bergoglio’nun Papa seçilmesinin ardında Chavez’in olduğunu söylüyordu. Maduro, Sistin Kilisesi’nin bacasından beyaz dumanın görünmesinin hemen ardından yaptığı o konuşmada, Hugo Chavez’in yeni Papa’nın seçimine cennetten nasıl destek verdiğini şu cümlelerle açıklıyordu:

“Oraya, cennete yeni ulaşan bir el Güney Amerikalı Papa seçilmesi için etkili oldu, ve İsa ona ‘artık Güney Amerika’nın zamanı geldi” dedi.

Yeni Papa’nın isim babası Aziz Frencesco, İsa’nın kendisinden kilisesinin onarılması görevi verdiğine inanılan Azizdir. Aziz Francesco aynı zamanda tevazuluğu, fakirliği ve ruhbanlığı ile bilinen ve İtalya’nın koruyucu Azizidir. Aziz Francesco’nun ismini ilk kez İtalyan asıllı Arjantinli Papa tarafından kullanılmasına çok manidar bakılmaktadır. Yeni Papa sanırım şimdiden birçok mesajı birden vermişe benziyor. Yeni Papa’nın bir başka dikkat çeken yanı ise 2006 yılında Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te 24 Nisan kurbanlarının anması için düzenlenen törende Türkiye’ye yaptığı çağrıda. Papa bu çağrısında Türkiye’yi Ermeni soykırımını tanımaya davet etmişti.

Papa’nın bu çağrısını 1.2 milyar nüfuslu Katolik Dünyasının ruhani lideri olmasının yanı sıra aynı zamanda Birleşmiş Milletlerde gözlemci devlet statüsü bulunan Vatikan Devleti’nin de başkanı olarak sürdürüp sürdürmeyeceği merak konusu.

Şimdilik bir köşe için çok uzun ama Papa ve etkileri konusuna dair çok kısa denebilecek bu yazıda bence asıl merak edilen yeni Papa’nın kiliseyi onarıp, onarmayacağı ve insancıl hukuktan yana tavır alıp almayacağıdır. Çünkü dünyadaki kıyım görmüş ve görmeye devam eden tüm mazlum halklar çok haklı olarak Papa’yı yanında görmek ister.

Haberin devamını okumak için tıklayınız.

_________________________________________________________________________________________

Mor Gabriel’e Hızlı Formül / Quick Formula for Mor Gabriel

21/03/2013 Yorumlar kapalı

21.03.2013, Radikal

Summary in English below.

Bir süre önce Hazine’ye geçirilen arazilerinin Mor Gabriel Manastırı’na ‘hızla’ geri verilmesi için Başbakanlık’ta çalışma grubu oluşturuldu. Manastırla ilgili, cüzi miktara kiralama ya da ihaleyle satış formülleri üzerinde duruluyor.

Hükümet, Süryanilerin ‘Kudüs’ü olarak gösterilen Mor Gabriel Manastırı’nın yargı kararlarıyla ellerinden alınan arazilerini iade etmeye hazırlanıyor.
Hükümet, Süryanilerin ‘Kudüs’ü olarak gösterilen Mor Gabriel Manastırı’nın yargı kararlarıyla ellerinden alınan arazilerini iade etmeye hazırlanıyor. Süryani cemaatinin dört gözle beklediği 276 dönümlük manastır arazileri sorununu çözmek için Başbakanlık’ta çalışma grubu oluşturuldu. Yargıtay’ın onama kararından dolayı Mor Gabriel Manastırı, yüzyıllardır kullandığı ve vergilerini ödediği arazi üzerinde ‘işgalci’ konumuna düşmüştü. Komisyon, yargı kararına karşı hızlı iade için iki formül geliştirdi.

Süryani toplumuna sunulması düşünülen ilk seçenek, arazinin 49 veya 99 yıllığına cüzi bir ücrete kiralanması olacak. İkinci formülün ise yine sembolik bir rakama Hazine’ye tescil edilen arazinin ihale yoluyla satışı olması düşünülüyor. Kalıcı çözüm için yeni anayasaya hüküm konulması da gündemde. Süryaniler ve azınlık cemaatlerinin mülkiyet sorunlarının anayasal güvenceyle çözülmesi gündemde.

Mor Gabriel Manastırı Başkanı Kuriakos Ergün, ‘kiralama’ formülü yönünde bazı duyumlar aldıklarını ancak kendilerine resmi bir teklif gelmediğini söyledi. Süryani cemaati olarak şu anda kiralama ve ihale yoluyla satıştan çok ‘iade’ye odaklandıklarını kaydeden Ergün, Yargıtay’ın kararına rağmen bunun mümkün olduğunu savundu. 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun geçici 11. maddesi çerçevesinde söz konusu arazilerin kendilerine verilebileceğini, bu konuda yaptıkları başvuru olduğunu söyleyen Ergün, “Arazi şu anda devletin elinde. Devlet, kendi arazisi üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilir” dedi. Ergün, kiralama ve ihale yoluyla satış formülünün kendilerine resmi olarak iletilmediğini ifade etti.

Mor Gabriel arazileri sorunu son dönemde yine gündeme oturdu. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, mart ayının ilk haftasında gittiği Almanya ’da Süryanileri ziyaret etmiş ve bu sorunu çözeceklerini müjdelemişti. Daha sonra Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyaretinde Mor Gabriel Manastırı Metropoliti Samuel Aktaş’ın sorunu gündeme getirmesi toplantı salonunda soğuk rüzgârların esmesine neden olmuştu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen hafta İsveç’e yaptığı ziyaret heyetine Süryani Metropoliti Yusuf Çetin’i de alarak sürpriz yapmıştı. Başbakan Erdoğan ve hükümet yetkilileri Mor Gabriel arazisi sorunu karşısında yargı kararlarına göndermede bulunuyor. Buna rağmen, hükümet kanadının sorunun bir an önce çözümünü istediği ve bu yüzden komisyon çalışması başlatıldığı söyleniyor.

Süryani cemaati, Mor Gabriel Manastırı arazilerinin M.S. 397 yılından beri kendilerine ait olduğunu ve 1937 yılından bugüne de vergilerinin düzenli ödendiğini söylüyor. Ancak çevre köyleri manastır arazilerinde hak iddia ederek 1998 yılında dava açtı. Midyat Kadastro Mahkemesi’nin “Araziler manastıra ait” kararını bozan Yargıtay, onama kararı vererek manastırı ‘işgalci’ durumuna düşürdü. Arazi, Hazine’ye tescil edildi. Davalı olan arazi orman alanını simgeleyen yeşil alanda kaldıkları gerekçesiyle Hazine’ye tescil ettirilebiliyor.

Mor Gabriel Manastırı Vakfı, TBMM Başkanlığı’na sunduğu yeni anayasa önerilerinde mülkiyet sorununun çözümü için öneriler iletmişti. Süryani toplumu, 100 dönümden fazla taşınmaz mallara sahip olamama kuralının değişmesi için Tapu Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinin değişmesini istiyor. On binlerce dönüm arazilerinin farklı etnik kökenli vatandaşların işgali altında olduğunu iddia eden Süryaniler, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun 11. ve geçici 7. maddelerinin değişmesini de istiyor. Bu maddeler, Süryani ve azınlıkların gayrimenkullerinin Hazine’ye tesciline imkân sağlıyor.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

The Prime Minister’s Office is working on finding a quick solution to the property problems of the Mor Gabriel Monastery Foundation. The working group that has been established considers the possibility of either, renting or selling the land -that currently appears to be “occupied” by the Monastery- by the State Treasury to the Mor Gabriel Monastery Foundation. The Head of the Monastery Kuriakos Ergün said that they have heard about the rent formula but so far  have not received an official proposal. He added saying that at the moment, they focus on “return” rather then on “rent” or “sale” of the land.

__________________________________________________________________________________________

 

‘Kamuda serbest kıyafet’ eylemleri yayılıyor / ‘Free dress in public sector’ campaign spreads

19/03/2013 Yorumlar kapalı

19/03/2013, Radikal

Summary in English below.
Memur Sendikaları Konfederasyonu’nun (Memur- Sen) Türkiye genelinde başlattığı ‘başörtülü ve kravatsız işe gitme’ eylemi Nevşehir ve Malatya’da da yapılıyor.

Nevşehir’de basın açıklamasının ardından kadın öğretmenler derslere başörtüsüyle, erkek öğretmenler de kravatsız olarak girdi. Memur-Sen Nevşehir İl Temsilcisi ve Eğitim Bir Sen Şube Başkanı Mustafa Özdemir, eylem sürecinin amacına ulaşıncaya kadar devam edeceğini söyleyerek, eyleme Nevşehir’de sadece kendi sendikalarına bağlı öğretmenlerin değil, diğer sendikalara mensup veya sendikasız olanların da destek verdiğini söyledi.

Özdemir, “Kılık kıyafet özgürlüğünün insanın doğuştan edindiği bir hak olduğunu, bir eğitimciye nasıl giyinmesi gerektiğinin söylenmesini evrensel hukuka uygun olmadığını düşünüyoruz. Özellikle başörtüsü takan arkadaşlarımız 28 Şubat sürecinde mağdur edilmişlerdi. 82 anayasasından da gelen reflekslerin sona erdirilmesini istiyoruz” diye konuştu.

Güvercinlik İlkokulu’nda görev yapan sınıf öğretmeni Fatma Aygün, kamuda fiilen serbest kıyafet uygulamasını sağlamak üzere başlatılan sivil itaatsizlik eylemine destek verdiklerini söyledi. Eylemle tek amaçlarının herkesin yaşaması gereken bir duygu olan özgürlüklerini sağlamak olduğunu vurgulayan Aygün, “Bu ülkede artık isteyen istediği gibi yaşayabilmeli. Tabuların kalkarak insanların şekillerine göre değil de eğitimlerine, yaptıkları işe göre değer bulmaları gerekir. Başörtülüler artık toplumda ikinci sınıf vatandaş olmaktan çıkarılmalıdır. Bu eylem bana büyük bir özgürlük verdi. Bugün daha güzel ders anlattım, daha mutluydum, daha başarılıydım” dedi.

2000 Evler İmam Hatip Ortaokulu Fen ve Teknoloji Bilgisi öğretmeni İskender Çınar da sendikanın kararını desteklediğini ve diğer arkadaşları ile birlikte sivil kıyafetle derse girdiğini kaydetti.

Malatya’da da Eğitim Bir-Sen’e üye bazı öğretmenler ile idareciler, okula serbest kıyafetle geldi. Eğitim Bir-Sen Malatya Şubesi Başkan Yardımcısı Ahmet Yıldızhan, okulda görevde olduğunu ve kravat takmadığını, aynı şekilde okuldaki öğretmenlerin de serbest kıyafetle görevlerinin başında olduğunu kaydederek, Malatya’da Memur-Sen’in 12 bin üyesinin eyleme katıldığını öne sürdü.

Dün başladıkları eylemlerini “sivil itaatsizlik” olarak nitelendiren Yıldızhan, daha önce sendika olarak serbest kıyafetle iş yerlerine gitmeyi talep ettiklerini ve bunun için 12 milyon 300 bin imza topladıklarını anımsattı.

İmzaları Başbakanlığa ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na gönderdiklerini, ancak taleplerinin kabul görmediğini söyleyen Yıldızhan, “Üyelerimizden başörtüsüyle görevini yapmak isteyen yapıyor. Kot pantolonla işe gitmek isteyen gidiyor. Genel ahlaka uygun olmak kaydıyla sabah işe nasıl gelmek istiyorsa öyle geliyorlar” diye konuştu.

Yıldızhan, mevcut uygulamanın Kılık Kıyafet Yönetmeliği’ne bağlı olarak sürdürüldüğünü savunarak, bu yönetmeliğin değiştirilmesi gerektiğini, yeni Anayasa’da da serbest kıyafet taleplerinin yer almasını ve bu talebin Anayasal teminat altına alınmasını istediklerini sözlerine ekledi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Civil disobedience campaign started by Memur-Sen Union to disregard the dress-code Regulation for public servants which, among others, requires man to wear a tie and everyone to be bare-headed at work for civil servants is spreading. Memur-Sen started the campaign in Nevşehir today and a number of teachers in Malatya have also joined. Female teachers wear the headscarf and male teachers do not wear the tie. Deputy Chair of Malatya Memur-Sen made a statement saying that their members go to work wearing jeans, or headscarf, he added saying that “as long as it is in line with general morals” they wear whatever they wish.

_________________________________________________________________________________________

 

Ergin: Profesyonel askerlik olmadan vicdani ret gelmez / Ergin: No right to conscientious objection as long as there is no professional army

18/03/2013 Yorumlar kapalı

14.03.2013, ensonhaber.com

Summary in English below.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, çok tartışılan 4. Yargı Paketiyle ilgili açıklamalarda bulundu.

TRT Haber’de ekrana gelen 45 Artı programında Hülya Hökenek’in konuğu olan Ergin, son dönemlerin merak edilen konularından vicdani retle ilgili de soruları yanıtladı. Ergin, 4. Yargı Paketi’nin lokman hekim gibi her derde deva olmadığını fakat birçok sorunun çözümünde geleceğe yönelik adımlar atılmasına öncülük edeceğini belirtti.

Paketin, Türkiye’nin AİHM’deki karşı karşıya kaldığı tabloyu tedavi etmeye dönük bir çalışma olduğunu söyleyen Ergin, “Türkiye, yıllar itibariyle ve toplamda AİHM’de ihlal konusunda birinci. Bu birinciliği haketmiyoruz, bu birinciliği devredeceğiz dedik. Buna dönük adımlar attık. Çalışmalarımız sonucunda 2012 yılı sonu itibariyle ilk defa Türkiye yıl bazında AİHM’de şampiyonluğu başkasına devrettik. 2012 yılında Türkiye ikinci ihlalde. İyi bir şey değil ama birinciliği devrettik, bundan sonraki amaç bütün o sıralamaları başkalarına devrediyoruz, biz o sıralamadan çıkıyoruz” diye konuştu.

Vicdani reddin şu an için mümkün olmadığını ifade eden Bakan Ergin, Türkiye’de profesyonel ordu olmadığı için vicdani reddin 4. Yargı Paketi’ne girmediğini söyledi. Ergin, profesyonel ordu tam manasıyla oturtulduğunda vicdani reddin de önünün açılacağını kaydetti.

Sadullah Ergin şunları kaydetti;

“Vicdani ret konusunu getiremedik bu pakette. Neden getiremedik? Türkiye’de şu anda profesyonel askerlik oturmadı. Amatör askerlik var. Siz profesyonel askerliği oturttuğunuz vakit vicdani reddi getirebilirsiniz. O açıdan bakacak olursak, teknik açıdan eksikliklerimiz var ancak bu paket yasalaştığı takdirde insan hakları ihlalleri noktasında mevzuat anlamında birçok ihlal nedeni ortadan kalkacak. “

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

The Minister of Justice Sadullah Ergin commented on the 4th Judicial Package on Turkish Radio Television on March 14 saying that the package will solve many problems although it is certainly not a cure for all of Turkey’s human rights problems. As regards conscientious objection to military service he said that it could not be included in this package because currently there is no professional army in Turkey. He said, it is only when there is a professional army that conscientious objection can be recognized.

_________________________________________________________________________________________

Freedom of religion: UN rights expert reports on the plight of religious minorities in the world

13/03/2013 Yorumlar kapalı

07.03.2013, United Nations

If you are a victim of systematic discrimination and exclusion from key sectors of society, publicly fuelled prejudices and vilification based on national myths, acts of vandalism and desecration, prohibition or disruption of religious ceremonies, threats and acts of violence, interference in your community’s internal affairs, you probably belong to a religious minority.

“In my daily work, I receive many reports of grave violations of freedom of religion or belief of persons belonging to religious minorities in all parts of the world,” said the United Nations Special Rapporteur on freedom of religion or belief, Heiner Bielefeldt, during the presentation of his latest report* to the UN Human Rights Council.

“Such violations are perpetrated by States and/or non-State actors, often in a climate of impunity, and they may originate from different political, religious, ideological or personal motives,” noted Mr. Bielefeldt, based on his analysis of patterns of typical violations of freedom of religion or belief perpetrated against persons belonging to religious minorities.

In his report, the expert warns that human rights violations against persons belonging to religious minorities include disproportionate bureaucratic restrictions, denial of appropriate legal status positions needed to build up or uphold a religious infrastructure, systematic discrimination and partial exclusion from important sectors of society, discriminatory rules within family laws, and indoctrination of children from minorities in public schools.

The patterns of typical violations identified by the Special Rapporteur also comprise publicly stoked prejudices and vilification sometimes connected with historic traumas and national mythologies, acts of vandalism and desecration, prohibition or disruption of religious ceremonies, threats and acts of violence, interference in the community’s internal affairs, confiscation of community property, criminal sanctions, and denial of asylum, possibly resulting in extraditions and exposure to serious risks of persecution.

Mr. Bielefeldt stressed that “the term ‘religious minority’ should be broadly construed to cover all relevant groups of persons, including traditional and non-traditional communities or large and small communities.” In his view, “it also covers atheistic and non-theistic believers, as well as internal minorities.”

The rights of persons belonging to religious or belief minorities, the independent expert emphasized, should be consistently interpreted from a human rights perspective, and must be implemented in conjunction with all other human rights. “The human rights-based approach,” he explained, “takes respect for the self-understanding of human beings as its systematic starting point.”

“In keeping with the principle of normative universalism, the rights of persons belonging to religious minorities cannot be confined to the members of certain predefined groups,” Mr. Bielefeldt said. “Instead, they should be open to all persons who live de facto in the situation of a minority and are in need of special protection to facilitate a free and non-discriminatory development of their individual and communitarian identities.”

The UN Special Rapporteur’s report concludes with a list of recommendations concerning general policies, domestic legal provisions, administration and procedures, education, media, interreligious communication and awareness-raising in protecting and promoting the freedom of religion or belief of persons belonging to religious minorities.

To access the article click here.

__________________________________________________________________________________________

Secularism and freedom of religion

13/03/2013 Yorumlar kapalı

12.03.2013, Hürriyet Daily News, Umut Azak

According to a survey from 2008, around 70 percent of Turkish women covered their heads, and the prohibition of the headscarf for public servants and students in the name of secularism was unpopular. According to three surveys conducted in 1999, 2006 and 2009, 70 percent of voting-age Turks supported lifting the ban. Similarly, another survey indicated that 57 percent of people saw revoking the ban as “the requirement of democracy and freedom of religion.”

The pious Muslim’s perceived feeling of oppression has diminished under the conservative and pro-Islamic Justice and Development Party (AKP) government’s rule since 2002. However, the headscarf ban still symbolizes the assumed oppression of Islam in the eyes of Islamic groups and AKP leaders. Accordingly, the government has been promoting “liberal secularism” in place of the Kemalist “assertive secularism.”

Their liberal secularism, however, follows the center-right tradition, motivated by their religious and conservative urge to protect and strengthen the majority religion, i.e. Sunni Islam. The question then is: How can a state, which is governed by politicians who understand secularism as protecting the freedom of conscience of adherents of the majority religion, be truly secular? Or, can (Sunni) Islam-friendly secularism have equal distance vis-à-vis diverse practices and interpretations of Islam as well as non-Muslims and nonbelievers?

The close positioning of liberal secularism to the majority religion does not promise a secularism that can be a more democratic alternative to the Kemalist one, because liberal secularism shares
a common paradox with Kemalist secularism:

The projection of an ideal Islam on the nation in the name of secularism. The proponents of both secularisms imagine a Turkish Islam that truly represents the nation.

According to female supporters of the headscarf, it is not a symbol of political Islam or male
domination, but their free and democratic choice reflecting their will to live in conformity with the
tenets of Islam as they understand them.

However, the recognition of women’s free choice concerning Islamic veiling has to be accompanied
by an equal respect for and recognition of women as individuals having equal rights and freedoms
with men. It is only then that the rhetoric of democratic rights and freedoms adopted by conservative advocates of liberal secularism can be convincing.

Women, veiled or unveiled, are challenged by the same patriarchal hegemony denying them treatment as equal individuals in any space, conservative/Islamic or secular. Only a feminist perspective – which comes to terms with religious claims to control women’s bodies and to impose on them a “proper” role limited to the home – from within and outside of Islamic circles can shift the concern for women’s rights and freedoms beyond the narrow focus on the headscarf controversy.

To read the article click here.

_________________________________________________________________________________________

Gül’ün İsveç Heyetinde Süryani Din Adamı Var / Syriac Clergy on Gül’s Delegation to Sweden

11/03/2013 Yorumlar kapalı

suryaniler.com, 08.03.2013

Summary in English below.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İsveç Kralı 16.Gustav’ın davetlisi olarak yapacağı İsveç ziyaretinde İstanbul, Ankara Süryani Ortodoks Cemaati Ruhani Reisi ve Patrik Vekili Metropolit Filüksinos Yusuf Çetin de yer alacak.

Yusuf Çetin, AA muhabirinin sorularını yanıtlarken, İsveç’te 150 bin kadar Süryani’nin yaşadığını, biri 1’inci,, diğeri 2. ligde olmak üzere iki futbol takımları bulunduğunu, Süryaniler’in ülkede mülkiyede, askeriyede, emniyette görev aldığını dile getirerek, birkaç sene önce ülkedeki ilk göçmen milli eğitim bakanı olan İbrahim Baylan’ın Süryani olduğunu söyledi.

Cumhurbaşkanı Gül’ü 18 Şubat’ta ziyaret ettiklerini hatırlatan Çetin, “10 Mart’ta sayın Cumhurbaşkanımız İsveç’e yapacağı resmi ziyarette beni de yanlarına almayı uygun gördüler. Ben ve cemaatim için onur, sevinç meselesi. Süryaniler için Cumhuriyet tarihinde bir ilk oluyor” dedi.

Çetin, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde devlete karşı Süryaniler’den kaynaklanan en ufak bir sorun olmadığını ve Süryaniler’in her zaman devletin yanında yer aldığını kaydederek, şöyle dedi:

“Biz 5 bin 500 yıldır bu topraklarda yaşıyoruz. Bizim tarihimiz, kültürümüz eski. Lozan Antlaşması’nda Süryaniler, Süryani Katolikler, Keldaniler, Nasturiler haklardan yararlanamadık. Yalnız ‘Ermeniler, Rumlar, Museviler azınlık’ dediler. Onların okulları, hastaneleri var. Biz bugüne kadar bunların hiçbirinden yararlanamadık. Her seferinde ‘Siz azınlık değilsiniz’ denildi. Azınlık değilsek, bir Müslüman hangi haklardan yararlanıyorsa, bir Süryani’nin de yararlanması lazım. Her şeye rağmen biz ülkemizi seviyoruz. Ülkemizin birlik beraberliği, kalkınması, büyümesi, tanıtımı için elimizden geleni yapıyoruz. Dualarımızla da onu destekliyoruz.”

-“Müslümanlık için Mekke, Medine neyse, Süryaniler için Mor Gabriel Manastırı o“-

Kadastro olaylarında Süryaniler’in büyük bölümüne haksızlık yapıldığını, arazilerinin alındığını dile getiren Çetin, “Bir anaokulu açmak istedik. Bunu bile bize fazla gördüler. Azınlık olmadığımız söylediler. Daha ilk asırlarda, 4. ve 5. asırlarda Türkiye’nin birçok yerinde Süryaniler’in üniversiteleri vardı. Şimdi ilkokul yok. Bir anaokulu diyoruz, sorun… Bu konuyla ilgili mahkeme açtık” dedi.

Yusuf Çetin, Süryaniler’in kültürle, medeniyetle, sanatla uğraştıklarını, dünyanın ilk üniversitesini kurduğunu, dünya anayasasını yazdığını anlatırken, Mor Gabriel Manastırı konusunda şunları söyledi:

“Mor Gabriel Manastırı daha Müslümanlık ortaya çıkmadan önce mevcut. M.S. 397 yılında kurulmuş. Ondan daha eski manastır ve kiliselerimiz var. İdil’de 120 yılında metropolitliğimiz vardı. Mor Gabriel Manastırı konusunun bir an önce çözülmesini istiyoruz. Müslümanlık için Mekke, Medine neyse, genelde tüm Hristiyanlık, özel olarak biz Süryaniler için Mor Gabriel Manastırı odur.”

Yakında Yeşilköy’de yeni bir kilise yapmayı umduklarını ifade eden Çetin,

Bu konuda hükümetimizden, büyükşehir belediye başkanından yardım bekliyoruz” diye konuştu.

Çetin, Türkiye’nin demokrasi yolunda gereken, hak ettiği adımları attığı; can, mal, inanç güvenliği sağlandığı ve eksikler tamamlandığı zaman herkesin mutlu olacağını belirterek, şunları söyledi:

“İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Musevi olsun Avrupa ülkelerine gidiyorlar, Amerika’ya, Avustralya’ya gidiyorlar. Birkaç sene geçmeden mülkiyede, askeriyede, emniyette görev alabiliyor, yargıç, polis, vali, general olabiliyorlar. Ülkemizde neden bunlar olmasın- Türkiye’de kalan tüm farklı inanç sahipleri, Hristiyan, Musevi, sayımız 100 bini geçmiyor 75 milyon içinde. Bunlar kendilerini neden ikinci sınıf görsünler- Yalnız konuşmalarda değil, uygulamada bunu görmek istiyoruz. Senelerdir hep konuşmalarda kalıyor. En az Türk Müslüman vatandaşlarımız kadar bu toprakları, bu ülkeyi seviyoruz. Bu ülkenin birlik beraberlik, huzuru, kalkınması için dua ediyoruz, çaba harcıyoruz. Gençlerimiz, çocuklarımız okuyor. Belki yüzde 95’i yüksek tahsilli.

Din, dil, ırk ayırmaksızın kanun önünde herkes eşit. Ama uygulamada bunu görmek istiyoruz. İki polis Süryani olsa, iki yargıç Musevi olsa, iki subay Ermeni olsa, iki Rum dekan olsa ne olur- Bu ülkemizin zenginliğidir. Hem imaj da daha güzel olur.”

-“Hükümetimiz bu konuda doğru yoldadır diyebiliriz”-

Süryaniler’in isteklerinin büyük değil “elzem” olduğunu kaydeden Çetin,

“Bunlar verilmediği zaman ister istemez ikinci sınıf vatandaş olduğunu düşünüyor” dedi.

Yusuf Çetin, Türkiye’nin bir an önce Avrupa Birliği’ne girmesini desteklerinin altını çizerek, her platformda da bunu dile getirdiklerini vurguladı.

Şu anki hükümetin, Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, farklı inanç sahiplerine en fazla hoşgörülü, sorunlarıyla en fazla ilgilenen ve diyalog kuran hükümet olduğunun söylenebileceğini dile getiren Çetin, şunları söyledi:

“Hükümetimiz bu konuda doğru yoldadır diyebiliriz. Sayın Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza devlet büyüklerimize dua ediyoruz. Çünkü uzun yıllar üst üste birikmiş sorunları bir ayda, bir senede halletmek de kolay değil. Yalnız biz Süryaniler bu topraklarda yaşamıyoruz. Farklı inançlar gruplar var. Onların da kendilerine göre sorunları var. Süryaniler’in istekleri o kadar fazla bir şey değil aslında. Rahatlıkla halledilebilecek sorunlar. İsveç’te, Amerika’da dilini okutabiliyor her devletin her kademesinde görev alabiliyorlar. Ana toprağımızda 5 bin 500 senedir bulunduğumuz topraklarda neden önümüz kapansın bu konularda- Suçumuz, günahımız ne- Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz. Yollar, diller,inançlar kültürler değişik olabilir. Bunlar ülkemizin zenginliği, mozaiği.”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

 Turkish head of state, President Abdullah Gül will travel to Sweden on March 11, at the invitation of King Carl XVI Gustaf and Patriarchal Vicar of the Syriac Orthodox Church Metropolitan Filiksinos Yusuf Çetin will be the first ever representative of a Turkish minority to accompany the Turkish president on such a visit. Çetin considers this an honor for himself and his community. He made a statement saying that there are still issues that need to be resolved in order to ensure equality of all in practice. He also drew attention the importance of the  Mor Gabriel Monastery for the Syriac community and the need to establish a new church in Istanbul.

__________________________________________________________________________________________

Turkey’s minorities want concrete action following Arınç comments

07/03/2013 Yorumlar kapalı

06.03.2013, Today’s Zaman

Deputy Prime Minister Bülent Arınç in remarks made on Tuesday called on minorities who left Turkey in the past due to mistreatment to return to the country, and also gave positive messages about minority rights, but Turkey’s minority communities remain doubtful whether the promising remarks will be followed up with concrete steps.
Speaking at a conference organized by the Institute of International and Intercultural Dialogue in the German Bundestag on Tuesday, Bülent Arınç recalled his government’s record on improving the lives of minorities in Turkey by expanding their rights. Arınç added that they are putting great effort into making peace prevail by burying negative events in the past. “Turkey wants to see the advent of lasting peace in the country, the region and the world and it seeks and supports people’s right to freely exercise their religion,” Arınç stressed.

He also said the Greek Orthodox Halki (Heybeliada) Seminary in İstanbul should be reopened for clerics to be trained for the Greek Orthodox Patriarchate and the Orthodox community. He said the seminary, which was closed in 1971, should be reopened in order to meet the need for clerics for the Patriarchate and the wider community. He said although the Greek administration should take steps to conciliate Turkey and Turkish minorities in Western Thrace, that does not mean Turkey will wait to do their part. He added that the Greek Orthodox community is in need of clerics and called it a “human right,” in contrast to an earlier remark from Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan which implied, in less strict terms, that Turkey expected the Greek government to open a mosque before the seminary would be reinstated.

Turkey’s non-Muslim minorities are leery of state agencies, understandably, as most promises or positive remarks have yielded no results or even worsened the situation. Over the past century, minorities have been target of massacres, pogroms, unjust laws, property seizures and outright deportation and representatives of these groups note it will take more than a few pleasant remarks to restore faith in the government.

Mihail Vasiliadis, editor-in-chief of Apoyevmatini, a Greek weekly newspaper serving the small remainder of the once-sizeable Greek community in İstanbul, recalled that Prime Minister Erdoğan had also called on the Orthodox Greeks of Turkey to return. He noted, “I am really tired of saying this again and again. It sounds nice to say that those who left should return. But 90 percent of them have passed away, making it highly unlikely that they will be able to return.”

Vasiliadis said the call to return did not mean anything for the Greek Orthodox community in practice. “And the children of those who left, why should they return? They are people who were born in another country and who have made their lives there,” he remarked. He said if the government has a sincere desire to prevent the Greek community’s dwindling population from disappearing altogether, the only thing that could work would be to draw back new blood from Greece, by offering people looking for work papers without a hassle. “And if such a gesture takes place, you shouldn’t be asking for a mosque in Athens or a cemetery in Thessaloniki in return,” he said, repeating a well-known problem that has troubled Turkey’s minorities for decades: being used as peons or an instrument for leverage in international diplomacy.

Garo Paylan, an activist working for an Armenian civil society organization, said the Armenian community, like others, has heard such “romantic calls” many times before. He said the state has an official line with the idea of a “dominant ethnic group” engrained in it, one which doesn’t see its citizens equally, and that the state has always viewed Armenians as leverage in relations with Armenia. Paylan said as long as this logic is in place, Turkey’s Armenians will never feel at home in the country. “These are things that don’t make us feel like we are equal citizens.”

To read the article in full click here.

_________________________________________________________________________________________

Nişanyan’a da dava açıldı! / Nişanyan prosecuted!

06/03/2013 Yorumlar kapalı

06.03.2013, Radikal

Summary in English below.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, Sevan Nişanyan’ın kendi blog’unda yazdığı bir yazıda, Hz. Muhammed’e hakaret ettiği iddiasıyla ile ilgili 15 kişinin şikayeti üzerine başlatılan soruşturma tamamlandı.

Nişanyan hakkında ”halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 1,5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Soruşturma sonucu hazırlanan ve mahkemece kabul edilen yedi sayfalık iddianamede, yazar Nişanyan ‘şüpheli’, 15 kişi ise ‘müşteki’ sıfatıyla yer alıyor.
Şüpheli Nişanyan’ın ise hakkındaki suçlamaları kabul etmediğini ve dava konusuyla ilgili başka hiçbir sözünün bulunmadığını söylediği ifade edilen iddianamede, Nişanyan’ın internet sitesindeki dava konusu yazısına da yer verildi.
Nişanyan’ın yazısında ”…Bundan yüzlerce yıl önce Allah ile kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir” şeklinde beyanların bulunduğu belirtildi.

Şüphelinin söz konusu yazısında, İslam dininin peygamberi olan Hazreti Muhammed hakkında ”Allah ile kontak kurduğunu iddia eden”, ”bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin eden” ve ”bir Arap lideri” olduğu yönündeki nitelendirmelerde bulunduğu anlatılan iddianamede, bu sözlerin Hz. Muhammed’e yönelik olduğu açık ve net olduğunun anlaşıldığı kaydedildi.
İddianamede, TCK’nın 216. maddesinde yer alan ”halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçuna ilişkin düzenlemenin hukuki yararlılığından bahsedilerek şu ifadelere yer verildi:
”Kişilerin kendilerini mensubu olarak kabul ettikleri dinlerinin kutsal saydığı Allah, melekler, peygamberler, kutsal kitaplar, cennet, cehennem gibi kavramlar ve bu dinlere ait ibadet yerleri ile ibadet şekillerine yönelik hislerini koruma altına almak suretiyle, toplumsal barışın bozulmasına engel olmak olduğu, bu hususun sadece İslam dini için değil Hristiyanlık ve Musevilik dini için de geçerlidir.

Düşünce ve ifadelerin açıklanması ile eleştirilerin yapılması sırasında, bu dinlerin mensubu olan kişilerin dini inançlarının gereği olan, önem verdikleri değerleri aşağılamaktan ve bu kişileri incitmekten kaçınılması gerekir.”
Özgürlüklerin mutlak olarak sınırsız kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilen iddianamede, ”bir başka özgürlüğün ihlali noktasına geldiği takdirde, özgürlüklerin sınırlanmasının söz konusu olabileceği hatırlatıldı.
Nişanyan’ın yazısında geçen ifadelerin başkalarını sebepsiz yere incittiğini, insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya bir katkıda bulunmadığının anlatıldığı iddianamede, şüphelinin, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olan ülkede Müslüman kesimin, değer verdiği, inandığı İslam dininin peygamberi olan Hz. Muhammed’e yönelik hislerini gereksiz yere incitecek şekilde dini değerleri aşağıladığı vurgulandı.

Ayrıca söz konusu yazının yayımlanmasından sonra kamuoyunda birçok kişi ve sivil toplum örgütü tarafından eleştiri, tepki ve tartışmalara neden olduğu, bu şekilde de yazının kamu barışını bozduğu belirtilen iddianamede, ”Bu suretle şüphelinin ifadeyi açıklama ve düşünce özgürlüğü ile eleştiri sınırlarını aşarak, halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçunu işlediği ve yazının internette yayınlanması nedeniyle de söz konusu atılı suçun basın yayın yoluyla işlendiği anlaşılmıştır” denildi.
Nişanyan’ın, önümüzdeki günlerde İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkması bekleniyor.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Following a complaint by 15 individuals against author and linguist Sevan Nişanyan based on his comments, allegedly, denigrating  Islam’s Prophet Mohammed a prosecution has been initiated. Nişanyan is expected to appear before court in a few days time. The indictment is based on Article 216(3) of the Turkish Criminal Code. Nişanyan’s comments which constitute the basis of the complaint appeared on his blog.

__________________________________________________________________________________________

 

 

 

Biyoloji dersinde ayetle evrim eğitimi / Instruction on Evolution with verses in Biology lesson

04/03/2013 Yorumlar kapalı

04.03.2013, Evrensel

Summary in English below.

ODTÜ Biyogen Evrim Ağacı Grubu’nun düzenlediği “Türkiye Evrimle Tanışıyor” seminerlerinin İzmir ayağı son buldu. Seminerlerin son gününde yoğun katılımları gözlenen lise öğrencilerinin derslerde “evrim teorisi”nin nasıl öğretildiğine dair anlatımları dikkat çekiyor. Kimi biyoloji derslerinde evrimin adının bile geçmediğini belirtirken, kimi de Kur’an’dan ayetlerle evrim teorisini yalanlayan biyoloji öğretmenlerinden örnekler veriyor. Öğrencilerin aktardıkları, liselerde ‘bilim eğitimi’nin geldiği noktayı da gözler önüne seriyor.

OKULDA EVRİM KONUSU AÇILMIYOR

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Hasan Tahsin Salonu’nda devam eden Türkiye Evrimle Buluşuyor etkinliğine İzmir’in çeşitli liselerinden gelen yüze yakın öğrencinin ilgisi dikkat çekiyor. Milli Piyango Anadolu Lisesi 9. Sınıf Öğrencisi Sude Özşenler, seminerler sayesinde evrimle ilgili bilgilerini pekiştirdiğini ve yeni şeyler öğrendiğini dile getirdi. Biyoloji derslerinde evrim konusunun açılmadığını, açılsa da hocaları tarafından kapatıldığını vurgulayan Özşenler, “Konuşulmasını bile istemiyorlar. Okulumuzda afişler astık. 7-8 kişi geldik. Bize hocalarımız ‘neden ilgileniyorsunuz, başka konularla ilgilenin’ diyorlar. Evrim bazı düşüncelerimizin değişmesine sebep olabilirmiş! Ailemiz dilekçe yazdı ve katılım belgesi ile okula başvurup geldik, yok yazılmayacağız” dedi.

Bornova Anadolu Lisesi Öğrencisi Ege Doğan Dursun ise sınıf sınıf dolaşarak etkinliğe arkadaşlarını davet ettiğini belirtti. Evrim teorisinin öğrenilmesi gerektiğini kaydeden Dursun, “Günümüzde bilime olan karşı olan tabuların yıkılması için çok önem teşkil ediyor. Evrime zaten ilgim vardı, geliş sebebim de daha çok bilgi almaktı ve bu konuda faydalı oldu” diye konuştu.

BİYOLOJİ ÖĞRETMENLERİ İLE GELDİLER

Salonda dikkat çeken en kalabalık grup ise 35 kişinin katıldığı Behçet Uz Anadolu Lisesi öğrencileri oldu. Etkinliğe biyoloji öğretmenleriyle gelen liseliler adına konuştuğumuz Ali Haydar Özdağ, seminerin bilgi kirliliğinin engellenmesi için gerekli olduğunu dile getirdi. Kitapların yasaklandığını, internet sitelerine erişimin engellendiğini belirten Özdağ’ın en çok yakındığı konulardan birisi de evrimle ilgili internette araştırma yaptığı sırada dini sitelerin karşısına çıkması. Biyoloji derslerinde daha çok evrim eğitimi verilmesi gerektiğinin altını çizen Özdağ, “Biyoloji hocamız evrimi bize anlatmaya çalışıyor, bizi de araştırmaya yönlendiriyor. Biyoloji hocamızın araştırmaya yönlendirmesiyle evrimle tanıştım” dedi.

BİYOLOJİ ÖĞRETMENİM EVRİMİ KABUL ETMİYOR

Seminerlere 12 kişi geldiğini söyleyen İzmir Atatürk Lisesi 9. Sınıf öğrencisi Sehanur Dinçer, “Okulda evrimle ilgili anlatılanlar daha çok ‘yaratılışçı’ bakış açısıyla aynı. Aslında evrim mantığa daha uygun ama okulda bize yanlış gibi öğretiliyor. Eski çağlardan kalan fikirlermiş gibi. İnsanların ön yargısız bir şekilde evrime yaklaşmalarını istiyorum” dedi.
İzmir Kız Lisesi öğrencisi Çağla Kaymaz da, “Biyoloji öğretmenimiz evrimi kabul ediyor ve anlatıyor. Okulda bu konuda daha ayrıntılı bilgi ediniyorum.Yok yazılmayı göze alarak geldik” dedi


Ozan Şelte (Bornova Anadolu Lisesi 9. Sınıf):
“Biyoloji dersine giren bir hocamız evrimi savunanlar hakkında hakaret ediyor. Kur’an’dan ayetler gösterip arkadaşlarımızı etkileyip evrimi yalanlamaya çalışıyor. Darwin ve Lamarck’ı kötüleyip hakaret ediyor. Evrimleşen insan resimlerini gösterip dalga geçiyor, ‘bunlar benim dedemmiş’ deyip gülüyormuş ve sınıftaki öğrenciler gülmeyince de neden gülmediniz diye azarlayıp zorla güldürüyormuş. Biz okulda evrimi taraflı olarak görüyoruz ve burada da diğer taraftan dinlemeye geldik.”

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

The last meeting of “Turkey meets Evolution” Seminar series organized by a Group of students from the Middle East Technical University took place in Izmir. On the last day many high school students joined the event. High school students shared their experiences with their biology teachers who, according the to students, did not want to talk about evolution, or dismissed it with verses from the Quran.  On the other hand, biology teacher from Behçet Uz High School came to the event with students and a representative of the students said that these kind of seminars are important to access information. He said that he is particularly discouraged when he searches on the internet on the topic of evolution and either evolution sites are blocked or he is directed to Islamic websites.

_________________________________________________________________________________________

Altan Tan’dan ‘tekke ve zaviyeler açılsın’ teklifi / Proposal to Re-open Dervish Lodges

02/03/2013 Yorumlar kapalı

02.03.2013, Radikal

Summary in English below.

Gazeteport’un haberine göre, PKK lideri Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşen üç isim arasında yer alan BDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan, tekke, türbe ve zaviyelerin yeniden açılmasını istedi. Tan bu konudaki kanun teklifini dün TBMM Başkanlığı’na sundu.

Tekke, Zaviye ve medreselerin kapatılmasına ilişkin yasa, Atatürk’ün 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da yaptığı ‘’Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olmaz’’ açıklamasından sonra hayata geçirilmişti.

Tan, tekkelerin kuruluşunun 8. yüzyıla dayandığını ve islam kültürünün önemli bir unsuru olduğunu savundu. Bu yasanın kaldırılması durumunda Nakşibendilik, Kadirilik, Halvetilik, Cerahilik gibi tarikatlar ile Alevi Bektaşilere ait ünvanların da yasak olmaktan çıkacağını vurguladı.Teklif ile ‘’Derviş, Mürit, Dede, Seyit, Çelebi’’ gibi ünvanlar ve bu ünvanlara ait özel kıyafet giyilmesinin de serbest bırakılması öneriliyor.

BDP’li Tan, kanun teklifinin gerekçesinde ‘’Ülkemizde yaşayan farklı inançların görüşlerin ve mezheplerin kendi okullarını açmalarına, müfredatlarını belirlemelerine ve dini cemaatlerin yeniden örgütlenmelerine, sosyal yaşamda yeniden yer almalarına imkan tanınmalıdır’’ dedi. Yasak olmasına rağmen halen birçok tarikat, tekke ve medresenin, faaliyetlerini sürdürdüğünü de kaydetti ve devletin tüm dinler ile mezheplerin ibadetlerine de eşit yaklaşması gerektiğini savundu.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Member of Barış ve Demokrasi Partisi (Peace and Democracy Party BDP) Altan Tan said that the dervish lodges which were closed through a law (Law No. 677) adopted in 1925 should be opened and made a legislative proposal to the Turkish Grand National Assembly to this end. Law No. 677 also makes it unlawful to hold certain religious titles. Were a new adopted to allow the use of religious titles, it will become lawful to use titles associated with the various Islamic tarikats (religious orders).

__________________________________________________________________________________________

 

Başörtüsü Yasağı Çözülecek / The Headscarf Issue will be Resolved

01/03/2013 Yorumlar kapalı

1.03.2013, Haberturk

Summary in English below.

Başbakan Erdoğan 28 Şubat’tan sadece bir gün önce Viyana’daydı ve WONDER adlı sivil toplumörgütü ileMÜSİAD’ın ortaklaşa düzenlediği bir toplantıda konuşma yaptı. Dinleyiciler arasında 28 Şubat döneminde Türkiye üniversitelerindeki başörtüsü yasağı nedeniyle, kılık kıyafet yasağı nedeniyle okuma şansını Viyana’da yakalamış yüzlerce başörtülü kadın vardı. Başbakan, başörtülü kadınlara “Artık öz vatanınızda garip, öz yurdunuzda parya olmayacaksınız, yavaş yavaş yurda dönün” çağrısı yaparken, bir kısmını da Viyana’da kalarak, okumaya, akademik kariyere, kendi dilini ve dinini unutmadan Almanca’yı iyi öğrenmeye teşvik etti. Dönüş yolunda gazetecilere röportaj veren Başbakan Erdoğan ile İmralı’yla yürütülmekte olan görüşmeleri, kamusal alanda başörtüsümeselesinin nasıl çözümleneceğini ve Suriye meselesini konuştuk. 

Viyana, 28 Şubat ile uygulanan yasaklarla beraber Türkiye’den en fazla göç alan şehirlerden biri oldu. O günlerde Viyana’ya gidenleri geri çağırdınız. Ama kamusal alanda başörtüsü yasağı devam ediyor. Bu konudaki çözüm planı ve girişimlerden bahsedebilir misiniz?

Başörtülü kardeşlerimiz şu an mesela Ziraat Bankası’nda çalışabiliyorlar. Türk Hava Yolları’nda çalışabiliyorlar. Bu arkadaşlara bir heyecan ve umut verdik, devamı da gelecektir. Bu, her işyerine göre değişir. Viyana’da bir şey anlattım. Her şeyin yeri, zamanı var. Kutlu doğum sancılı olur. 10 yıl oldu biz iktidara geleli ve 10 yıl içerisinde 28 Şubat’tan kalma bazı yasaklar kaldırıldı. Bizim iktidarımıza kadar olan bazı mağduriyetler giderildi. Diplomalarını filan aldılar. Ancak iş noktasında sorunlar var. Onlar da yavaş yavaş düzelecek. Özel sektörde vs. çalışmaya başladılar. Burada fiili olarak somutlaştırmakta fayda var. Bu konunun çözümünün anayasal bir değişikliği gerektirdiğini sanmıyorum. Oraya gelmeden hallolabilir. Burada zaman ve zemin çok önemli. 

Başörtülülerin belediye başkanı olması için önlerinde bir engel var mı?

Buna mâni bir durum yok. 

Milletvekili adayı olabilirler mi?

Milletvekili adayı olmalarına da yasal bir mâni yok. Geçmişte spekülatif bazı şeylerden dolayı sıkıntı oldu. Ecevit’in Merve Hanım’a başörtüsünden dolayı yaptığı yasal mıydı? Yasal değildi. Yasal olmayan bir çağrıyla yasak haline getirdiler. Merve Hanım’ın başına o yüzden böyle şeyler geldi. Anayasamızda başörtüsünü yasaklayan bir düzenleme yok. Anayasa’yla gelmeyen yasak, Anayasa’yla korunmaz. O zaman başka sıkın tılar çıkar. Dolayısıyla mevzuat üzerine yapılan düzenlemelerle bu sorun aşılabilir. 

Danıştay’ın son kararı emsal olarak yeterli değil mi?

Danıştay bunları aşmış durumda. Avukatlarla ilgili süreç de başladı. Ancak henüz gerekçeleriyle açıklanmadı.

‘DEVLET AYRIMCILIK YAPAMAZ’ 

Ama bazı hâkimler, başörtüsüyle davaya giren avukatları dışarı çıkarmaya devam ediyor.

Gerekçeli karar açıklansın, o zaman belki o kendilerine engel çıkarılan avukatlar farklı yollara gidecekler. Belki HSYK’ya müracaat edecekler kendilerine engel çıkaran hâkimlerle ilgili… Belki de şu an kendisine engel çıkarılan kardeşlerimiz gerekçeli kararı bekliyor olabilir. O gerekçeli karar çıktığı andan itibaren bu yollar açılır. Biliyorsunuz ayrıca Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldı. Bireysel başvuru haklarını kullanarak da böyle bir süreci başlatabilirler. Biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar temyiz edilemiyor. 

En güvenli yol, başörtüsü yasakçılığının önünü yasal düzenlemeyle kesmek değil midir?

Bir defa yasal düzenlemeyi doğru bulmuyorum. İnançlarla ilgili, özgürlüklerle ilgili genel düzenleme olabilir, ancak namaz kılmayı, oruç tutmayı, Allah’ın emrettiği ibadetleri kanunla teminat altına almayı uygun görmüyorum. Herkes inancında özgürdür. Her inanç devletin teminat ve güvencesi altındadır. Devletin yaklaşı mı budur. Bu aynı zamanda bizim programımız da olan bir şeydir. Laik ik anlayışı aynen 1982 Anayasası ’nda bu şekilde vardır. Bu Anglo sakson ülkelerinde nasıldır, diğer Batı ülkelerinde nasıldır ayrı bir konu. Bizde dev let tüm inançlara eşit mesafede ve inançlar devletin güvencesi altındadır. İster ateist, ister Müslüman olsun farketmez. Birini korurken bir diğerine ayrımcılık olmaz. 

Yeni Anayasa’da kamu hizmeti için gereken kriterler belirlenirken başörtülülere ayrımcılık yapılmasını önleyecek bir ifade kullanılabilir… 

Bakın şuan galiba 101. maddedeler, yalnızca 33 maddede mutabık kalabildiler. Kaldı ki daha görüşülmesi gereken çok madde var. Nereden bakarsanız bakın 160’ı filan bulabilir. Meclis Başkanımız “Mart sonu ” demişti. Sayın Bahçeli de 23 Nisan gibi bir öneride bulundu, ancak bir şey değişeceğine inanmıyorum. Bu bir kararlılık meselesidir. Ben ekibime, heyetime “Kararlı durun ve süratli olup bu işi bitirin” talimatını veriyorum, ama karşı tarafın bu yaklaşımda olmadığını görüyorum.

Habere ulaşmak için tıklayın.

Summary

Prime Minister Erdoğan commented on the headscarf ban on his trip back from Vienna saying that he did not think there is a need for legislative change in order to ensure the wearing of the headscarf for public servants. He said it was only a matter of time and place, adding, that already at Ziraat Bank and the Turkish Airlines public servants are not interfered with when they wear the headscarf. He pointed to possible changes in Regulations as the means of allowing public servants to wear the headscarf.

________________________________________________________________________________________

 

Erdoğan dini liderlerle biraraya geldi / Erdoğan meets with religious leaders

26/02/2013 Yorumlar kapalı

25.02.2013, CNN Turk

Summary in English below.

Başbakan Erdoğan, Türkiye’de bulunan bazı dini cemaat temsilcileriyle Angela Merkel’in de katıldığı toplantıda bir araya geldi.

Başbakanlık Resmi Konut’taki toplantıya, Merkel’in yanı sıra Ankara Müftüsü M.Hakkı Özer, Fener Rum Patriği Bartholomeos, Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan, Hahambaşı İsak Haleva, Süryani Mor Gabriel Manastarı Metropoliti Samuel Aktaş, Türkiye Süryani Katolik Patrik Vekili Yusuf Sağ, Türkiye Protestan Kiliseler Derneği Yönetim Kurulu üyesi Umut Şahin de katıldı.

Toplantı yaklaşık bir saat 20 dakika sürdü.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

Prime Minister Erdoğan and  German Chancellor Angela Merkel met with the Mufti of Ankara M. Hakki Ozer, Fener Greek Orthodox Patriarch Bartholomeow, Deputy Armenian Patriarch Aram Atesyan, Chief Rabbi Isak Haleva, Assyrian Mor Gabriel Monastery’s Metropolitian Bishop Samuel Aktas, Deputy Assyrian Catholic Patriarch Yusuf Sag, and member of the Executive Board of Turkish Protestant Churches Umut Sahin attended the meeting in Ankara.

________________________________________________________________________________________

 

“Din dersi zorunlu olmaz” / “Religion lessons cannot be obligatory”

20/02/2013 Yorumlar kapalı

16.02.2012, Cumhuriyet

Summary in English below.

Samsun 1. İdare Mahkemesi Alevi Nüzket ailesinin açtığı dava üzerine kızları E.S.N’nin zorunlu din dersinden muaf tutulmasına karar verdi. Mahkeme, zorunlu din dersinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), AİHM kararlarına ile din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğunu vurgulayarak “Din dersi zorunlu olamaz” dedi.

Amasya’da yaşayan Erol Nüzket ve Özlem Nüzket, Gümüşhacıköy Anadolu Lisesi 9. sınıfında okuyan Kızları E.S.N’nin zorunlu din dersinden muaf tutulması istemiyle 20 Ekim 2011’de MEB ve Gümüşhacıköy Kaymakamlığı aleyhinde Samsun 1. İdare Mahkemesi’nde dava açtı.

Davayı avukat Kâzım Genç, ücretsiz olarak üstlenerek hukuk mücadelesi başlattı. Milli Eğitim Bakanlığı, mahkemeye gönderdiği savunmada din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin milli eğitimin temel amaç ve genel ilkeleri doğrultusunda revize edildiğini, dinsel eğitim verilmediğini, kişilerin vicdan ve inanç özgürlüğüne müdahale etmediğini savundu.

Mahkeme, 2 yıl süren yargılamasının ardından AİHS, AİHM kararlarına ile din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğununa vurgu yaparak E.S.N’nin din dersinden muaf tutulmasına hükmetti.

Kararda, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12. maddesinde “Türk milli eğitiminde laiklik esastır” ilkesi anımsatılarak “Türkiye’de hâkim olan dinsel çeşitliliğin din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde dikkate alınmadığı, özellikle Alevi inancına sahip topluluğun Türk nüfusundaki oranının çok büyük olmasına rağmen, öğrencilerin Alevi inancının itikat veya ibadet unsurları hakkında eğitim almadığı, 9. sınıfta bu inancın ortaya çıkışında en büyük etkisi olan iki şahsiyetin yaşam felsefesinin öğretilmesinin, bu öğretimdeki gidermekte yetersiz kaldığı değerlendirilmesi yapılmıştır” denildi.

Baba Erol Nüzket, “Son derece olumlu, istediğimiz yönde ve bizi çok mutlu eden bir karar. Ülkede yaşanan dini baskı ve dayatmalara yönelik ders gibi bir karar. Alevi ailelere önerim, yılmasınlar, haklarını arasınlar” dedi.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

An Alevi family living in Samsun sought for exemption from the compulsory Religious Culture and Ethics (RCE) lesson for their daughter- a high school student. Upon denial by public authorities the family filed a case against the Ministry of Education and the Provincial Governorship of Gümüşhacıköy. Following a two year legal process Samsun 1st Circuit Administrative Court decided that the student ought to be granted exemption from the  RCE lessons based on Article 9 of the European Convention on Human Rights. The Court held that “religion lessons cannot be obligatory”.

_________________________________________________________________________________________

Kamu Görevlileri – Ayrımcılık ve Din veya İnancını Açıklama Hakkı / Public Servants- Discrimination and the Right to Manifest Religion or Belief

18/02/2013 Yorumlar kapalı

anayasaizleme.org 18.02.2013, Mine Yıldırım

Summary in English below.

Son günlerde “Kamuda Başörtüsüne Özgürlük” İmza Kampanyası ve AKP’nin kamu hizmetleriyle ilgili, “Kamu hizmetinde liyakat esastır” ifadesinin yer aldığı Anayasa önerisi kamu görevlilerinin başörtüsü yasağı/serbestisi konusunu yeniden canlandırdı. Kamu hizmetinde “liyakatın”; yani kişinin iş için uygunluğunun esas alınması doğru bir ilke, ancak bu ilkenin yasa, düzenleme ve uygulamalarla içinin doldurulması gerekecektir. Açık bir ifadeyle dini simgeleri yasaklamaması,  başörtüsü için bir serbestlik gibi görünse de, bu alanda hiçbir sınırlama olamayacağı anlamına gelmiyor. Örneğin, ele aldığımız konuyla ilgili olarak, dini bir giysi veya sembolün işe uygunluğa engel olabileceği durumlar olabilir. Gerek işle ilgili gerekliliklerden kaynaklanan, gerekse diğer yasal kurallardan kaynaklanan sınırlamalar olabilir. Kamu görevlilerinin din veya inançlarını uygulama veya dini semboller aracıyla açıklamaları/dışavurmaları hem Türkiye gibi birçok ülkede hem de uluslararası insan hakları mekanizmaları içinde yıllardır tartışma konusu olmuştur. İyi politikalar oluşturmak için bu tartışmalarda dile getirilenlerden, dikkat çekilen noktalardan ve sorulması gereken sorulardan yararlanabiliriz.

Aslında konuya sadece başörtüsü serbestisi veya yasağı penceresinden yaklaşmak çok sınırlı bir yaklaşım olup bazı önemli noktaları gözden kaçırmamıza neden olabilir. Kamu görevlilerinin din veya inanç özgürlüğü denince, akla önce kamu görevinde çalışma konusu geliyor. Türkiye’de kamuda çalışmaya erişimde hem yasal hem de pratikte engeller var. Örneğin; bürokrasi, yargı ve güvenlik sektörlerinde Müslüman olmayan kamu görevlileri yok. Aleviler mülakatlarda yöneltilen sorularla kendilerine ayrımcılık uygulandığını söylüyorlar. Diğer taraftan, mesele dinsel semboller olduğunda, başörtülü bir kadın çalışamazken, örneğin tespih veya duvarda yer alan bir ayet sorun olarak görülmüyor, birçok erkek kamu görevlisi rahatlıkla Cuma namazına katılmak için uzun bir öğlen arası kullanabiliyor. Kamu görevlisinin devleti temsil ettiği için özel sektördeki bir çalışandan farklı bir durumu olabilir.  Fakat kişi bir yandan dini kimliğini bir sembolle, örneğin; başörtüsü, haç, kippa ile ifade ederken bir yandan da işinin gerektirdiği becerileri ve yansızlığı sağlayamaz mı?

Kişinin üzerinde dini bir simge olmaması tarafsızlığının kanıtı sayılabilir mi? Öte yandan, mesele sadece kamu görevlisi mi? Peki hizmeti alan kişilerin hakları hangi açılardan dikkate alınmalı?  Kamu görevlisi sadece dini semboller mi kullanabilecek, yoksa din veya inancının gereklerini yerine getirmesine de izin verilecek mi? Namaz için işinin başından ayrılabilecek mi, dini bayramları için tatil hakkı olacak mı, örneğin; Alevilerin bayramlarında tatil hakkı olacak mı? İşlerin aksamaması nasıl sağlanacak? Ayarlamalar kurum bazında mı yapılacak yoksa ulusal bazda mı? Kişi inancından ötürü bazı görevleri yapmayı reddedebilecek mi? Örneğin, kürtaj ameliyatına katılmama hakkı olacak mı? Peki, kıyafet konusunda hiçbir sınırlama olmayacak mı? Kişi haç takabilecekse -bir Hristiyan’ın kamu görevlisi olduğunu varsayarsak-, bu sembolün boyutu ne kadar büyük olabilir? Sakal ne kadar uzun olabilir? Öğretmen sadece gözlerini açık bırakacak şekilde yüzünü kapatsa işinin gereklerini ne kadar iyi bir şekilde yerine getirebilir? Bütün bu sorular bize meselenin sadece başörtüsüne özgürlük bağlamında görülemeyeceğini ve meseleye daha geniş bakmak gerektiğini gösteriyor. Yoksa sadece başörtüsüne özgürlük tanımak tek başına oldukça sınırlı bir düzenleme olacaktır.

Kuşkusuz çalışma yaşamında dini özgürlük karmaşık bir konu ve söz konusu kamu görevi olduğunda işin içine “tarafsızlık” da girdiği için konuya farklı boyutlar da eklenmiş oluyor. Ama meselenin özü aynı; hakların korunması ve hakların dengelenmesi.

Türkiye’nin taraf olduğu, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 9 gerekse BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi Madde 18, “din veya inancın ibadet, öğretim, uygulama ve törenlerde” dışavurulmasını/açıklanmasını açıkça koruyor. Başörtüsü, haç, kippa vs. gibi dini semboller genel olarak “uygulama” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla bu tür dini sembollerin din veya inanç özgürlüğünün koruma alanı içinde olduğu açık.

Tartışma daha çok sınırlamalar konusunda çünkü din veya inancını açıklama kesin veya sınırsız bir hak değil. Öte yandan, bu hak ancak belirli koşullar altında sınırlanabilir. Din veya inanç özgürlüğü ancak “yasayla” (yani yönetmelik veya sözlü veya yazılı bir emirle değil), ancak belirli amaçlarla, “kamu güvenliğini, kamu düzenini, genel sağlığı veya ahlakı ya da başkalarının hak ve özgülüklerini” korumak amacıyla, “demokratik bir toplumda gerekli görüldüğü” şekilde sınırlanabilir. Sınırlamanın meşru sayılabilmesi için bu koşulların tümünün yerine getirilmesi gerekir. Ayrıca, sınırlamalar ayrımcı bir şekilde uygulanamaz ve belirli bir ölçülülük ilkesini gözetmek gerekir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’ne yapılmış olan iki başvuru bu konuda açıklayıcı olabilir. Komite, üniversitede başörtüsü takması yasaklanan bir öğrencinin şikâyetini haklı bulurken (Hudoyberganova Özbekistan 931/2000)bir Komite üyesi, pedagojik nedenlerle kıyafet konusunda sınırlamalar getirilebileceğini dile getirmişti. Öte yandan, Kanada’dan kaynaklanan bir başvuruda, inançları gereği türban takan Sih’lerin iş sırasında kask takma zorunluluğunu ayrımcı bir unsur olarak görmeyip, güvenlik ve sağlığı korumaya yönelik “makul” bir sınırlama olarak gördü.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, İnsan Hakları Komitesi’ne göre, bir anlamda, “kendisini tutarak/sınırlayarak” kamu görevlilerinin din veya inançlarını açıklamalarına yönelik sınırlamalarda devletlerin takdir yetkisini gözetmiştir. Yani devletlere sınırlamalar konusunda geniş bir takdir alanı bırakmıştır. Örneğin, İsviçre’den kaynaklanan, bir ilkokul öğretmenin başörtüsü takmasının yasaklanmasını konu eden bir başvuruyu daha kabul aşamasında reddetmiştir (Dahlab İsviçre Başvuru No. 42393/98). Bunu yaparken başörtüsünü “güçlü bir görünen sembol” olmasının ve çocukların etkilenebilir, küçük yaşta olmasının, okullarda “inanç açısından tarafsızlık ilkesini” ihlal edeceğini dikkate almıştır. Yani, “başkalarının haklarının korunması amacıyla” okulda öğretmenin dini semboller kullanmasına yönelik sınırlamayı meşru görmüştür.

Yukarıdaki vakalarda da görüleceği gibi genel bir kuraldan ziyade her bir durumda, insan haklarının dengelenmesi yoluyla, tartışmalı durumlar tek tek değerlendirilebilir. Örneğin, okulda öğretmenin din veya inancını açıklama hakkı, öğrencinin veya öğrencilerin hakları göz önünde bulundurularak değerlendirilebilir. İlkokul, ortaokul ve üniversitedeki bir öğretmenin din veya inancını açıklaması öğrenciler üzerinde farklı etkilere sahip olacaktır. Öğretmenin din veya inancını açıklamasıyla, okulda çalışan ama öğretmen olmayan bir kamu görevlisinin dini sembollerinin yarattığı etki yine farklı olacaktır. Örneğin, Tapu Dairesi’nde çalışan kamu görevlisinin kullandığı semboller veya yargı sektöründe yargıç veya hâkimin kullandığı sembollerin etkisi farklı olacaktır. Kamu görevlilerinin, çalıştıkları alanlar ve etkileşim içinde bulundukları kişilerin insan haklarının dengelenmesi iyi bir kılavuz ilke.

İnsan haklarının dengelenmesi sırasında gözetilebilecek bazı genel ilkeler de var, bu dengeleme korkuyla veya spekülasyonlarla hareket etmeden, soğukkanlı ve akla uygun bir şekilde gözetilmeli. Bireylerin dini sembolleri kullanma hakkı, bireylerin dini semboller kullanmaya zorlanmama hakkı, ayrımcılık yasağı, anne babaların çocuklarını kendi inançları veya felsefi görüşleri doğrultusunda yetiştirme hakları, çocukların din veya inanç özgürlüğü, eğitim hakkı, kamu hizmetine erişim hakkı gibi… Diğer taraftan devletler “okul sisteminin tarafsızlığı” ilkesini de öne sürebilirler.

Sonuç olarak, mesele çok boyutlu ve karmaşık bir konu ve herhangi bir yasal düzenleme yapılmadan önce paydaşlar ve uzmanlarla birlikte katılımcı bir şekilde tartışılmalı. Bazı pilot uygulamalar yaparak çeşitli düzenlemeleri denemek de bir yol olabilir. Kuşkusuz meselenin etraflıca ve toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla tartışılması ve başörtüsü yerine, kamu görevinde herkesin din ve inanç özgürlüğünün kapsamı ve sınırları yaklaşımıyla, geniş bir şekilde, ele alınması yapılacak düzenlemelerin toplumsal meşruiyetini artıracak bir unsur olacaktır.

Yazıya ulaşmak için tıklayınız.

Summary

The agreement of the AKP (Justice and Development Party) and the BDP (Peace and Democracy Party) on the constitutional provision pertaining to the public service employment to the effect that “Every citizen has the right to enter public service. No condition can be placed upon entering public service except the qualifications required for duty” has been interpreted to mean that the headscarf will be allowed in public sector. Mine Yıldırım argues that while focus on the “merits” is a good rule of thumb to follow in public sector employment the right to manifest of religion or belief of public servants should not be discussed and implemented with solely the headscarf in mind. Instead a holistic approach that would consider the scope and limits of the right to manifest religion or belief for all should be embraced.

_________________________________________________________________________________________

“Kamuda başörtüsü için yasal düzenlemeye gerek yok” / “No need for legislation to allow headscarf in public service”

14/02/2013 Yorumlar kapalı

13.02.2013, T24

Summary in English below.

AB Bakanı ve Başmüzakereci Bağış, Türkiye ve AB üyesi ülkelerdeki kamu görevlilerinin kılık kıyafet düzenlemesine ilişkin Bakanlar Kurulu’na rapor sundu.  Başörtüsü yasağının yönetmelikle düzenlenmesinin anayasaya aykırılık teşkil ettiği belirtilen raporda, Fransa hariç diğer 26 AB ülkesinde devlet memurları için herhangi bir kılık – kıyafet zorunluluğu ya da yasağı bulunmadığı bildirildi. Raporda, kıyafet ayrımcılığının sona erdirilmesi için temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan yönetmeliklerin değiştirilmesi, genelgelerle temel hakların kısıtlanamayacağı, hiç kimsenin kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamayacağı hukuki gerçeğinin kabul edilmesinin yeterli olacağı ifade edildi.

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Türkiye ve AB üyesi ülkelerdeki kamu görevlilerinin kılık kıyafet düzenlemesine ilişkin olarak Bakanlar Kurulu’na bir rapor sundu. Bağış, raporunda, başörtüsü yasağının yönetmelikle düzenlenmesinin anayasaya aykırılık teşkil ettiğini, Fransa hariç diğer 26 AB ülkesinde devlet memurları için herhangi bir kılık-kıyafet zorunluluğu ya da yasağı bulunmadığını belirtti.

Bakan Bağış’ın raporunda, Türkiye’de Kamu Görevlilerinin Kılık Kıyafet Düzenlemesi’nin Milli Güvenlik Konseyi döneminde, 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki ilk seçimlerin ardından Meclis’in toplandığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar geçen yaklaşık 39 aylık sürede yapıldığına dikkat çekildi.

Bu dönemde, anayasal kurumlardan temel hak ve özgürlüklere uzanan pek çok hayati konuda çok önemli düzenlemeler yapıldığına işaret edilen raporda,  Milli Güvenlik Konseyi döneminde, yüzlerce kanun, kanun hükmünde kararname (KHK), tüzük  ve yönetmelik çıkarıldığı, söz konusu 12 Eylül yasal düzenlemelerinin, aradan geçen 30 yılda Türkiye’nin yakın siyasal tarihine damga vuran temel metinler haline geldikleri kaydedildi.

Bu bağlamda, 16.07.1982 Tarih ve 8/5105 Sayılı Bakanlar Kurulu  Kararı ile düzenlenen Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik’in de Milli Güvenlik Konseyi Dönemi’nde çıkarıldığına dikkat çekilen raporda, kadınlar ve erkekler için çağın özgürlükçü ve ileri demokrasi standartlarına yakışmayacak nitelikte aşırı sınırlayıcı hükümler içeren söz konusu yönetmeliğin, kamu görevlilerinin başörtüsü yasağına da temel teşkil ettiği tespitinde bulunuldu.

Raporda, “Dolayısıyla, Türkiye’de kamu görevlilerinin başlarını örtmelerini yasaklayan kural, bir kanuna değil darbe sonrası çıkarılmış bir yönetmelik hükmüne dayanmaktadır” denildi.

Anayasanın 13. maddesine göre, kamu görevlilerine yönelik bir başörtüsü yasağı olabilmesi için, “önce başörtüsü yasağının bir kanunla düzenlenmesi, daha sonra da bu kanuni hükümlerin uygulanışını gösteren tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılması” gerektiği belirtilen raporda, şunlar kaydedildi:

“Gerek 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununda, gerekse diğer bir başka kanunda, kamu görevlilerine yönelik başörtüsü yasağını öngören hiçbir düzenleme mevcut değildir. Bu konu yukarıda da bahsedildiği üzere, yalnızca 16.07.1982 Tarih ve 8/5105 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelikle düzenlenmiştir. Dolayısıyla bayan devlet memurları için öngörülen başörtüsü yasağının hukuki kaynağını kanun değil, 8/5105 Sayılı Yönetmelik oluşturmaktadır. Burada kanunla düzenlenmesi gerekli bir alanda yürütme organı yetkilendirilmekte, o da söz konusu alanı bir yönetmelik ile düzenlemiş olmaktadır. Bu durum Anayasaya açıkça aykırılık teşkil etmektedir.”

   AB üyesi ülkelerdeki düzenlemeler

AB’ye üye 27 ülkeden yalnızca Fransa’da kamuda kılık kıyafet yasağının veya düzenlemesinin Türkiye ile paralellik arz ettiği belirtilen raporda, Fransa’da kamu görevlilerinin dini simge ve semboller taşımasını yasaklayan doğrudan yasal bir düzenleme bulunmadığı ancak Fransa’da idarenin  tarafsızlığı ilkesinden dolayı, kamu hizmeti verenlerin dini sembol kullanamayacağı konusunda öteden beri bir fikir birliği olduğu kaydedildi.

Fransız mahkemelerinin, Fransız Anayasası’nın 1. maddesinde yer alan laiklik ilkesinin kamuda görev yaparken tarafsızlık gerektirdiğine hükmettikleri ifade edilen raporda, bu ülkedeki mahkemelerin, kamu görevlilerinin dini sembol ve simgeleri kullanmasını yasaklayan pek çok içtihat kararı verdiklerine işaret edildi.

AB üyesi ülkelerdeki kamuda kılık kıyafet düzenlemesinin detaylarıyla ele alındığı raporda, “Fransa hariç diğer 26 ülkede devlet memurları için herhangi bir kılık-kıyafet zorunluluğu ya da yasağı bulunmamaktadır” denildi.

Yalnızca Almanya’nın bazı eyaletlerinde öğretmenlerin başörtüsü ile görev yapmasının, Hollanda’da (yargı görevlisi, polisler gibi) belli meslekleri icra edenlerin (başörtüsü gibi)  belli kıyafetleri giymesi ve aksesuarları taşımasının ve Danimarka’da yargıçların duruşmalara herhangi bir dini veya siyasi sembol ile girmesinin yasaklandığına dikkat çekilen raporda, “Dolayısıyla,  tüm kamu görevlilerinin dini semboller  taşımasını yasaklaması anlamında Fransa, üye ülkeler arasında bir istisna oluşturmaktadır” denildi.

Raporda, uluslararası sözleşmelerdeki düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin düzenlemelere de yer verildi.

‘Yasak’ başörtülü kadınlar aleyhine eşitsizlikle sonuçlanmaktadır

Raporun, “Genel Değerlendirme ve Sonuç” bölümünde ise, Milli Güvenlik Konseyi dönemi miraslarından olan Kılık Kıyafet Yönetmeliği’nin, kadınlar ve erkekler için çağın özgürlükçü ve ileri demokrasi standartlarına yakışmayacak nitelikte aşırı sınırlayıcı hükümler içerdiği belirtilerek, bu bağlamda bu hükümlerin özelde Türkiye’de halihazırda kamu görevlilerine yönelik uygulanmakta olan başörtüsü yasağına da temel teşkil ettiği ifade edildi. Raporun bu bölümünde şunlar kaydedildi:

“Söz konusu başörtüsü yasağı, kadınların çalışma haklarını kısıtlamakta ve en önemlisi temel haklardan olan düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü sınırlamaktadır. Kadınların başlarını örttükleri için sınırlamaya tabi tutulması, çalışma haklarını, düşünce özgürlüklerini ve mahremiyetlerini ihlal eden bir ayrımcılık olarak görülmelidir.

Nitekim Türkiye’de kamu görevlilerine yönelik uygulanmakta olan başörtüsü yasağı, kadını toplumdan soyutlayarak dar bir alana hapsetmektedir. Zira ayrımcı uygulamalar başörtülü kadınların eğitim, çalışma ve siyasal hayatın dışında bırakılmasına neden olmaktadır. Yasak, statü ve güç açısından hizmetlere, kaynaklara, imkanlara ulaşmada, başörtülü kadınlar aleyhine ciddi bir eşitsizlikle sonuçlanmaktadır. Başörtüsü yasağı, herkesin haklarının yorumlarla kısıtlanabileceğini göstermesi açısından da tüm hukuk düzenine zarar vermektedir.

Üstelik istisnalar hariç AB üyesi ülkelerde kamuda kılık kıyafet düzenlemesi incelendiğinde başörtüsü gibi dini sembollerin kullanılmasının Avrupa’da kamuda görev yapmaya engel teşkil etmediği görülmektedir.”

Türkiye’de uygulanmakta olan başörtüsü yasağının, evrensel hukuk ilkeleri gereğince herkesin eşit olarak haklarını kullanmasını da engellediği belirtilen raporda, demokratik bir toplumda beklenenin, başörtüsü ayrımcılığının ortadan kaldırılarak temel hakların kullanımının “başın açık olma şartına” bağlanmaması olduğu ifade edildi.

Haberin tümünü okumak için tıklayınız.

Summary

EU Minister Egemen Bağış presented a report to the Committee of Ministers that evaluates the headscarf ban and provides a comparative review of the clothing regulation for public servants in the EU. The report concludes that the current ban on the headscarf in public service is not based on law, instead on regulations. Thus there is no need to legislative amendments in order to accommodate the use of headscarf by public servants. The report also notes that the headscarf ban has the effect of isolating women from the education, employment and political sphere.

_________________________________________________________________________________________

Diyanet’ten “Vatandaş Memnuniyeti” Anketi / the Directorate of Religious Affairs (the Diyanet)Survey on “Citizen Satisfaction”

14/02/2013 Yorumlar kapalı

12.02.2012, Haber Biz

Summary in English below.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Vatandaş Memnuniyet Anketi”nde yurttaşların dindarlık düzeyleri de ölçüldü.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından adres sistemi veri tabanı üzerinden belirlenen örnekler üzerinden yapılan anketin seçenekleri de sonuçları da çarpıcı. Toplumun yüzde 9’u ‘ Çok dindarım ‘, yüzde 63’ü ‘dindarım ‘ derken; yüzde 21’lik kesim ‘Ne dindarım, ne değilim ‘ yanıtını veriyor. ‘Dindar değilim ‘ diyenlerin oranı yüzde 4.7, ‘hiç dindar değilim ‘ diyenlerin oranı ise 1.1. Ankete göre erkekler kadınlardan, ev kadınları çalışanlardan, evliler bekârlardan, gençler yaşlılardan, liseliler de üniversitelilerden daha dindar. Yüzde 92’lik kesim dini konularda bilgili, yani kendi çapında ‘ulema.! ‘

Önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak anketle ilgili ilk veriler Diyanet’in kurumsal dergisinde yayımlandı. Bu kapsamda dindarlık algısını ölçmek için yurttaşlara iki soru yöneltildi. Bunlar, ‘Dini bilgileriniz açısından kendinizi nasıl değerlendirirsiniz ‘ ve ‘Kendinizi ne kadar dindar buluyorsunuz ‘ soruları oldu. Sorular için hazırlanan seçenekler de çıkan sonuçlar da dikkat çekici.
‘Dindarlık algısı ‘ konusunda yurttaşların yüzde 9’u kendisini ‘çok dindar ‘ olarak nitelerken yüzde 63.1’i ‘dindarım ‘ dedi. Seçeneklerden ‘ne dindarım ne değilim ‘ şıkkı yüzde 21.6’lık bir destek buldu.
‘Dindar değilim ‘ diyenlerin oranı yüzde 4.7’de, ‘hiç dindar değilim ‘diyenlerin oranı 1.1’de kalırken, ‘herhangi bir dine inanmadığını ‘ açıklayanların oranı ise yüzde 0.5 olarak belirlendi. Bu sonuç, ‘Çok sayıda Batı ülkesinin temel sorunu görünümünde olan dinden uzaklaşma/dinsizleşme eğilimlerinin Türkiye’deki etkisi oldukça sınırlı kalmıştır ‘ diye yorumlandı.
Araştırmada toplumun dini bilgi düzeyi de ölçüldü. Katılımcıların yüzde 92.2’si dini bilgisinin ‘çok iyi ‘, ‘iyi ‘ ya da ‘orta ‘ seviyede olduğunu söyledi. Eğitim seviyesi ile dini bilgiler arasındaki ilişki sorgulandığında ise ters bir orantı ortaya çıktı. Dini bilgilerini çok iyi bulanların ağırlıklı olarak ilkokul mezunu (yüzde 26.8), iyi oranda görenlerin ise lise mezunları (yüzde 30.1) arasında yer aldıkları dikkat çekti.
Ankette genel olarak erkeklerin kadın lara göre kendilerini daha dindar buldukları saptandı. ‘Çok dindar ‘ olduklarını söyleyenler içinde erkeklerin oranı yüzde 61 iken kadınların oranı ise yüzde 39. ‘Dindarım ‘seçeneğinde ise bu oranlar sırasıyla yüzde 58.3 ve yüzde 41.7 şeklinde sıralandı.
Evlilerin yüzde 65.1’i kendilerini ‘çok dindar ‘, yüzde 72.8’i ise ‘dindar ‘ olarak değerlendirirken, yaş grupları açısından kendisini çok dindar ve dindar olarak görenler 26-35 yaş aralığında yoğunlaşıyor. Bunları 36-45 yaş grupları izliyor. ‘
Habere ulaşmak için tıklayınız.
Summary
The Diyanet İşleri Başkanlığı ( Directorate of Religious Affairs- Diyanet) released the first findings of a Survey on citizen satisfaction on its services. According to the survey 9% said they were “very religious” whereas 63.1% said they were “religious”. About 21% said that they are “neither religious nor not religious”. Those who said they were “not at all religious” remained at 1.1% and .5% said they do not believe in any religion. The survey also showed that men are more religious then women and high school students were more religious than university students.
_________________________________________________________________________________________

 

Türkiye Üzerine Farklı Bakışlar / Diverse Perspectives on Turkey

11/02/2013 Yorumlar kapalı

11.02.2013, Zaman

Summary in English below.

‘Türkiye Üzerine Farklı Bakışlar’ konulu 28. Abant Platformu, 3 gün süren toplantının ardından dün 27 maddelik bir sonuç bildirgesi yayımladı. Bildirgede, kimlik tartışmaları, AB müzakere süreci ile yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili önemli tespit ve çözüm önerilerine yer verildi.

 

 

 

 

Kimlik tartışmaları konusunda “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramı üzerine odaklanılmalıdır.” teklifi getirilen bildirgede, “Türkiye’nin; farklı mezhep, din ve etnisiteleri içeren fakat bunlarla sınırlı olmayan çok kültürlü yapısı, devlet ve toplum tarafından tanınmalıdır.” denildi. Yerel nüfusun talebi halinde de yer isimlerinin orijinal haline iade edilmesi gerektiği belirtildi. Bildirgede AB müzakere sürecine destek verildi. “Türkiye’nin, farklı uluslararası işbirliği seçenekleri araması normal olmakla birlikte, AB, süreçteki tüm sorunlara rağmen Türkiye için hâlâ vazgeçilmezdir.” değerlendirmesi yapıldı.

Yeni anayasanın genel seçimler gelmeden önce yapılması talep edildi. Ardından, “Yeni anayasa, Türkiye’nin demokratikleşme, insan hakları, eşit yurttaşlık, hukukun üstünlüğü, devletin hesap verebilirliği, ordunun sivil denetimi ve merkeziyetçiliğin azaltılması gibi konularda imzaladığı uluslararası anlaşmaların gereklerini de yansıtmalıdır.” çağrısı yapıldı.

Türkiye’nin önemli sorunlarının farklı görüşten uzmanlar tarafından masaya yatırıldığı Abant Platformu, 3 gün boyunca kimlik tartışmaları, yeni anayasa çalışmaları, AB süreci ile katılımcı demokrasiyi masaya yatırdı. ‘Türkiye Üzerine Farklı Bakışlar’ konulu toplantı, dün yayımlanan sonuç bildirgesiyle sona erdi. Bildirgenin ‘Kimlikler Talepler ve Yeni Yurttaşlık’ konulu bölümünde devletin inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede olması, hiçbir resmî belgede Türk vatandaşlığının sosyolojik tanımının bulunmaması, bunun yerine Türkiye  Cumhuriyeti vatandaşlığı kavramı üzerine odaklanılması gerektiği bildirildi. Devletin herhangi bir üst kimlik tasarlama girişiminde bulunmaması gerektiği ifade edildi. Bildirgenin ‘AB Müzakere Süreci-Gelinen Noktalar’ bölümünde de AB’ye tam üyelik sürecinin her iki taraftaki ciddi güven kaybından dolayı sekteye uğradığına işaret edildi. Haziran 2010’dan bu yana hiçbir müzakere başlığı açılmadığı hatırlatılarak, “Mevcut durum bu haliyle sürdürülemez. Bazı başlıkların açılması sürece hız kazandıracaktır. Türkiye hükümeti, müzakere başlıklarının açılması ve üyelik sürecinin hızlanması için Kopenhag Kriterleri’ni sağlama yönünde çaba göstermelidir.” çağrısında bulunuldu.

Summary

The Abant Platform commenced its 28th meeting on Friday to discuss Turkey’s domestic and regional issues with a forum titled “Diverse Perspectives on Turkey.” The Abant Platform is an independent think tank that takes its name from Lake Abant in the province of Bolu, the location of its first meeting. It is one of the most well-known programs of the Journalists and Writers Foundation (GYV). The GYV was founded in 1994. Its mission and work were inspired by the GYV’s honorary president, Islamic scholar Fethullah Gülen.

The Final Declaration of the meeting included a call for the adoption of the new Constitution before the next general elections. It was also agreed that the new Constitution should reflect the ethno-religious diversity of the society.

Within the scope of the Abant Platform’s 28th meeting, nearly 120 intellectuals, journalists and academics from a variety of countries and diverse backgrounds who are currently residing in Turkey had a chance to meet their Turkish counterparts and have free discussion in five separate workshops: Identities, Demands and New Citizenship; Turkey`s Regional Role and Foreign Policy; EU Negotiation Process and Current Situation; Problems and Difficulties for the New Constitution; and Inclusive Democracy.

_________________________________________________________________________________________

 

 

 

Mahkeme: Alevilerin ibadet yerleri olağan karşılanmalı / Court: Alevi’s place of worship should be considered normal

29/01/2013 Yorumlar kapalı

29.01.2013, Radikal

Summary in English below.

Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında, tüzüğündeki “cemevlerini ibadethane” olarak niteleyen maddesi nedeniyle açılan kapatma davasının reddedilmesinin gerekçesi açıklandı.

Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin, Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında, tüzüğündeki “cemevlerini ibadethane” olarak niteleyen maddesi nedeniyle açılan kapatma davasını reddetme gerekçeleri arasında, İzmir’de bir kişinin, nüfus cüzdanında “İslam” yerine “Alevi” yazılması için açtığı davanın reddedilmesi nedeniyle Türkiye ‘nin AİHM’de mahkum olması da yer aldı.

Mahkemenin gerekçeli kararında, “Kişiler, topluluklar ve zümreler din ve vicdan özgürlüğüne sahiptirler. Toplumumuzda kabul görmüş farklı düşünceler, ibadetler ve bunlara ait yerler haricinde Aleviler ve Aleviliğin ibadet şekli ve yerleri de olağan karşılanmalıdır” denildi.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) de Türkiye’nin usulüne uygun yürürlüğe koyduğu anlaşmalardan biri olduğu anımsatılan kararda, sözleşmenin 9. maddesinde “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. Din veya inancını açıklama özgürlüğü ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasa ile sınırlanabilir” denildiğine dikkat çekildi.

Kararda, şu değerlendirmeler yer aldı:
“Bu hükme yer verildiğine göre, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına bağlı herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünden tek başına veya topluca veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapma hakkı bulunmaktadır. Bu hak ancak kamu güvenliği, genel sağlığın ve ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasa ile sınırlandırılabilir. Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılmasına ilişkin Kanun’daki yasaklamaları, İslam dinini devletin dini olarak kabul eden 1924 Anayasası’nın hüküm ifade ettiği, AİHS’nin usulüne uygun olarak uygulanmadığı yıllar itibarıyla değerlendirmek gereklidir.” 

Anayasa’nın 2. maddesinde devletin laik olduğu, başlangıcında ise “Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağının” belirtildiği bildirilen kararda, “din ve mezheplere eşit davranmanın, ancak kanunlarda herhangi bir dine, mezhebe atıfta bulunmamakla gerçekleştirilebileceği” vurgulandı.

Devletin neyin din, ibadet ve ibadethane sayılacağını belirlemesinin, laiklik ilkesiyle çeliştiği gibi usulüne uygun yürürlüğe girmiş sözleşmelerdeki inanç özgürlüğünün gereğinin yerine getirilmesini de engelleyeceği anlatılan kararda, “Alevi inancının gereklerinin yerine getirildiği yer olduğu belirtilen cemevlerinin kurulmasını, faaliyette bulunmasını, AİHS’nin 9/2. maddesinde belirtilen nedenlerle kısıtlayıcı sebeplerin varlığı somut delillerle ortaya konulmadığı sürece, demokratik bir toplumda engellenemez” denildi.

Kararda, AİHM’nin din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin iki kararına atıfta bulunuldu.

Girit’te yaşayan 4 Yehova Şahidi’nin ibadet yeri olarak kullandıkları odaların, “yerel idareden yazılı izin alınmadan ibadet yeri açılamayacağına” ilişkin yasa hükmüne aykırı davranıldığı gerekçesiyle kapatıldığı kaydedilen kararda, şikayet üzerine AİHM’nin, 1996’da “kısıtlamanın demokratik bir toplumda inanç ve ibadet özgürlüğüne aykırı olduğu” gerekçesiyle başvurucuları haklı bulduğu bildirildi.

İzmir’de bir kişinin, nüfus cüzdanında “İslam” yerine “Alevi” yazılması için açtığı davanın reddedilmesi nedeniyle Türkiye’nin AİHM’de mahkum olduğu belirtilen kararda, şöyle denildi:

“AİHM’nin bu yöndeki kararı da dikkate alındığında, Ankara Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü’nün derneğin tüzüğünde yer alan ‘Derneğin amacı Çankaya’da yaşayan Alevi inançlı yurttaşların inanç ve ibadetlerini yerine getirme merkezleri olan cemevlerini yapmak ve yaptırmaktır’ ibaresinin kaldırılmasını talep etmesinin yerinde olmadığı anlaşılmıştır.

Anayasamızda tanımlanan bir ortak ve topluluklara mahsus din olgusu yoktur. Kişiler, topluluklar ve zümreler din ve vicdan özgürlüğüne sahiptirler. Toplumumuzda kabul görmüş farklı düşünceler, ibadetler ve bunlara ait yerler haricinde Aleviler ve Aleviliğin ibadet şekli ve yerleri de olağan karşılanmalıdır. Aleviler de ibadet edecekleri ibadet merkezlerinin neresi olduğu konusunda cemevleri olarak isimlendirilen yerleri tercih etmişler ve cemevleri uzun yıllardan beri Alevilerin ibadet yeri olarak bilinmiştir. Derneğin amaçları, tüzüğünde maddeler halinde belirtilmiş, amacında Anayasa’nın 5, 12, 13, 14. ve 24. maddelerine, AİHS’ne, Medeni Kanun ve Dernekler Kanunu gibi ilgili mevzuata, genel hukuka, ahlaka ve kamu düzenine aykırılık bulunmadığı görülmüş, bu nedenle davanın reddine ilişkin hüküm kurulmuştur.” 

Ankara İl Dernekler Müdürlüğü’nün itirazı ile Cumhuriyet Başsavcılığı, tüzüğünde “cemevlerini ibadet yeri olarak” nitelendirdiği için Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında kapatma davası açmıştı.

Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi, davayı, “Cemevlerini ibadethane” olarak niteleyen hükmü Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık taşımaması ve kanunlarla yasaklanmaması gerekçesiyle reddetmiş ve derneğin faaliyetlerine izin vermişti.

Karar savcılık tarafından temyiz edilince, dosyayı görüşen Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, mahkemenin kararını oy çokluğuyla bozmuştu. Yargıtay bozma gerekçesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “633 sayılı Yasa ve düzenlemeler karşısında cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı” görüşüne dayandırmıştı.

Habere ulaşmak için tıklayınız.

Summary

The Ankara 16 the Civil Court released the full text of its reasoning on the case concerning the reference to cem house as place of worship in the statute of the Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği (Çankaya Association for the Construction of Cemhouse). The Court made numerous references the case-law of the European Court of Human Rights and held that a decision on the part of the state pertaining to what constitutes a religion or a place of worship is incompatible with the principle of secularism as well as human rights treaties that Turkey is a party to.

_____________________________________________________________________________________________